Gürültünün ve Sessizliğin Politikası

Birikim Güncel‘de yayınlandı, 8 Ocak 2016

ehosessiz

Gürültünün bir tekilliğe işaret etmediği, ontolojisinin ancak kültürel bir bağlamda tartışılabileceği[1] ön kabulüyle, bazı güncel örnekleri de göz önüne alan bir deneme yazmak niyetim. Konuya ilişkin etraflı bir tartışmaya girişmekse çok daha geniş bir hacme ihtiyaç duyar; zira konu çetrefil, işitsel deneyimler muhtelif.

Gürültü sözcüğü, ilk anda zihnimizde düzensiz, yadırgatıcı, yüksek yani bir biçimde rahatsız edici bir ses ortamını canlandırır. İşin aslı, 1980’lerde Japonyalı sanatçılar gürültü müziği (noise music) diye bir genre yaratıp da gürültünün müzikselliğini ileri sürdüklerinde bile gürültüyü böyle tanımlamışlardı; yani yadırgatıcı olduğu kabul edilmekle birlikte, gürültünün müzik malzemesi olabileceğiydi tartışmaya açılan.[2]

Pekiyi, gürültü ne zaman rahatsız eder? Aynı zamanda çoğulluğun, eylemin, oluşun ifadesi olduğu düşünülemez mi? Daha ileri giderek, bir mücadele aracı olarak gürültü nasıl iş görür? Ya sessizlik?

Sesin mekan kurmakla ilişkisi göç üzerinden kusursuz biçimde örneklenebilir: Aşina olunan bir müzik parçası -ya da sesler bütünü-, birden bire, zaman-mekan algısını alt üst etmeye, göçmeni kilometrelerce ötedeki evine ve onunla özdeşleşen zaman dilimine götürmeye yeter. Bu “sanal ev”, onu sembolize eden ses ortamının var edilmesiyle herhangi bir zaman ve mekanda yeniden üretilebilir; bir başka deyişle ses, mekan kurabilir.

Ses aracılığıyla mekanı işaretlemek de mekan kurmanın bir başka biçimi olarak karşımıza çıkar. Bir alanın sınırlarının sesle çizilmesi, bir bölgenin sesle tanımlanmasıdır burada söz konusu olan; ezan ya da çan sesinin ulaştığı toprakları cemaatinin sınırları olarak belirlemesi gibi. Jacques Attali, sesle alanın işaretlenmesine kuşların ve çobanların sesi kullanımlarını örnek verirken, ses aracılığıyla çizilen bu sınırların aynı zamanda mülkiyeti ve güç ilişkilerini imlediğini de hatırlatır.[3]

Benzer şekilde, İkinci Dünya Savaşı Almanya’sında meydanlara dikilen hoparlörlerden radyo yayını yapılması[4] savaş propagandası kadar, kamusal alanın denetiminin kimin elinde olduğunu gösterir ve devletin sınırlarını -ki her yerdedir- çizmiş olur. Yaşadığımız günlerde, Cizre’de çatışmalar sürerken cami hoparlörlerinden marş yayını yapan bölge halkı da aynını yapıyor aslında, kendilerine ait olanı, kentlerini, mahallelerini işaretliyorlar.

Özetle, çevrede olup bitenin, araçların, insanların, doğanın sesleri, bir yere ait olup olmadığımızı “söyler”; ya da oranın “bizim” olup olmadığını.

Gürültünün Denetimi

Gürültünün denetimi, dini otoritenin ezeli misyonlarından biri[5] olmasının yanı sıra, 18. yüzyıldan itibaren sınıfsal ayrımın keskinleşmesinde önemli rol oynuyor. Üst sınıfların ağırbaşlılığına karşıt olarak avama atfedilen “yaygaracılığın” hoş görülmesi ise nadiren söz konusu. Zira, Türkçede olduğu gibi, “ses çıkarmak”, “sessiz kalmamak”, “susturulmak” gibi ifadeler, pek çok dilde sese bir muhalif potansiyel yüklemekte. Başka bir deyişle, ses çıkartmanın muhalefetle bir ilişkisi var ve kontrol altına alınması iktidar açısından elzem. İktidar, karnavalın geçici, şenliğin denetimli gürültüsünü kitlelere bahşederken gürültüyü kontrol altına almanın ilk araçlarını geliştirmiş oluyor. Özetle, belirleyici olan, gürültünün varlığından çok, gönüllülüğü, kim tarafından kullanıldığı ya da dayatıldığı oluyor.

Gürültünün, muktedir tarafından cezalandırma amacıyla kullanımı da yaygın. Amerika’nın Irak işgali sırasında, Iraklı askerlere yüksek desibelde müzikle işkence edilmesi gibi,[6] yakın zamanda gazetelere düşen bir haber, İstanbul’da dergi satarken göz altına alınan bir grup gence polis otobüsünde ve karakolda durmaksızın marşlar dinletildiğini aktarıyor. Yine güncel bir örnek olarak, Nusaybin’deki Kobani eylemeleri sırasında sokaklarda “Ölürüm Türkiyem” eşliğinde protestocu kovalayan TOMA’nın görüntüsü hafızamızda.

Sesle işkencenin bir başka şekli de Occupy Wall Street eylemleriyle gündeme gelen ve ses dalgaları ile acı vererek eylemcileri dağıtmayı hedefleyen Long Range Acoustic Device‘ın kitle kontrol silahı olarak kullanımı.[7]

Eylemin Sesleri ve Sessizliği

Cizre’ye, Sur’a, Silopi’ye “ses veriyoruz”, üstelik çoğu kez bunu yaparken kelimenin gerçek anlamıyla ses çıkarıyoruz; tencere tavamız, ıslığımız ve sloganlarımızla. Susma ve ses çıkarma metaforunun en çarpıcı ifadesi ne yazık ki yine güncel bir sloganda yerini bulmakta: “Çocuklar uyurken susulur, ölürken değil!”

Toplumsal muhalefetin ses evreni, sloganları, düdük sesini, kahkaha ve konuşmaları, çığlıkları, canlı veya kayıttan müzik sesini (marşları, şarkıları, davul-zurnayı), megafon cızırtısını ve kentin o bölgesinin işitsel peyzajını (soundscape)[8] kapsar. Bu evreni oluşturan seslerin hiçbirinin orada bulunuşu rastgele değildir ve kolektif hafızaya verdikleri referans dolayısıyla, eylemci, gürültünün en yoğun olduğu anda bile kendini güvende hissedebilir. Tam da bu sebeple, eylemci açısından “istenmeyen”, gürültünün varlığı değil de kesilmesidir bazen. Hafızalarımızdan çıkmayacak en acı imajlardan biri, korkunç bir patlamayla kesilen bir halayın görüntüsü değil mi? Bir noktaya kadar ortamın doğal sesleri olarak düşünülebilecek polis anonslarının, helikopter ve siren sesine eklenen çığlıkların, öyle bir andan sonra yaratacağı gürültü ise yukarıda tarif edilenin tam tersi bir anlam yüklenir.

Sessizlikse, gürültünün karşıtı ya da yokluğu gibi görülmekle birlikte, tam da onun gibi kurucu bir politik işlev üstleniyor. Anmalarda ya da ortak bir tehdit karşısında bir anda sessizliğe kesmiyor mu ortalık? Sessiz oturma eylemlerinin, sessiz yürüyüşlerin, saygı duruşlarının gücünü düşünelim ya da hareket ve sesin yokluğunun da varlığı kadar belirleyici bir politik tavır olduğu “duran adam” eylemini!

Neyin makbul, neyin nahoş olduğu her bir coğrafya, kültürel evrende ve tarihsel dönemde farlılık gösterirken, iktidar ve muhalefet, yukarıda bahsedilen iki gürültü kategorisinin (eğlendiren ve cezalandıran gürültü biçimlerinin) ve onların negatifi olmaktan öte bir politik potansiyel taşıyan sessizliğin denetimi üzerinde de büyük bir savaş veriyor. Farkında olalım ya da olmayalım, bizatihi bir parçası ve üreticisi olduğumuz ses evreni, aslında bir mücadele alanı. O mücadele içinde bize düşen, kendi sesimizi çoğaltmaktan, evreni kendi seslerimizle doldurmaktan başka ne olabilir ki?

[1] Aynını müzik için de söylemek mümkündür, zira bir toplumun “müzik” dediğini, bir diğeri müziksel bir etkinlik olarak tanımlamıyor ya da bağımsız bir kategori olarak görmüyor olabilir. Kaldı ki Grekçe kökenli “müzik” sözcüğü, bugün kullanıldığı dillere de Grekçe ve Latince üzerinden geçmiş olup, yerel sınıflandırmalarda tam bir karşılık bulmamaktadır.

[2] Bu noktada, yüzyıl başında gürültünün sanayileşme ve teknoloji ile ilişkisini sanata ilk tahvil edenlerin fütüristler olduğunu belirtmek gerek. Sanayileşme, modernleşme ve bunlarla ilişkili gürültünün kutlanması bir başka yazıya konu olmayı hak ediyor.

[3] Attali, Jacques, 2005, Gürültüden Müziğe, çev. Gülüş Gülcügil Türkmen. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, s.16.

[4] Hendy David, (2013). Gürültü, Seslerin Beşeri Tarih, çev. Çiğdem Çidamlı, İstanbul: Kolektif Kitap, s.273.

[5] Dini ve otorite siyasi otoritenin, çağlar boyunca kolektif eğlenceyi denetim altına alma çabası için bkz. Ehrenreich, Barbara (2009). Sokaklarda Dans: Kolektif Eğlencenin Bir Tarihi, çev. A. Ekim Savran, Nil Erdoğan. İstanbul: Versus.

[6] Cusick, Suzanne G. (2006), “Music as Torture/Music as Weapon”, Trans, 10. http://www.sibetrans.com/trans/articulo/152/music-as-torture-music-as-weapon.

[7] Ayrıntılı bir inceleme için bkz. http://motherboard.vice.com/read/the-new-sound-of-crowd-control.

[8] R. Murray Schafer’in 1970’lerde dolaşıma soktuğu soundscape kavramı, etrafımızı çevreleyen bu ses evrenlerinin tartışılması için önemli bir kuramsal çerçeve sunmakla kalmadı, sesi müzikten bağımsız bir biçimde ele alan ve bugün azımsanmayacak bir literatür oluşturan bir çalışma alanının da yolunu açmış oldu. Shafer, R. Murray (1977). The Tuning of the World, New York: Knopf.

http://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/7425/gurultunun-ve-sessizligin-politikasi#.VptQRTYq49E

Gürültü Bizim Olsun!

59a63-05

Birgün Pazar’da yayınlandı, 7 Eylül 2014

Akademisyen ve radyo programcısı David Hendy’nin, bir radyo programı serisinden doğan Gürültü: Sesin Beşeri Tarihi adlı kitabı geçtiğimiz aylarda Kolektif Kitap tarafından Türkçe yayınlanarak raflardaki yerini aldı.

Kitabı elime ilk aldığımda, gürültünün müziğin yapısal bir öğesi olduğunu ileri süren bir müzik kitabı okuyacağımı düşünmüştüm. Tam bir meslek hastalığı; bir müzikoloğun ses dünyasını kademelendirip de müziği en kıymetli yere koyan sorunlu bakışı!

Oysa tersine Hendy, gürültüyü, müzik de dahil olmak üzere her türlü ses etkinliğini kapsayan daha geniş bir toplam olarak tanımlıyor. Bu bakımdan kitap bildiğimiz anlamda “müzik” değil, bir “ses” kitabı (Hemen bu noktada Türkçe’de yayınlanmış bir başka “gürültülü” kitabı anmakta fayda var. Jacques Attali’nin Gürültüden Müziğe: Müziğin Ekonomi-Politiği Üzerine’si de gürültünün hem bir iktidar hem de muhalefet aracı olduğu fikri üzerinden hareket eder fakat Hendy’den farklı olarak, kısa sürede konuyu müziğe evrilterek müzikologların yüreğine su serper).

Hendy, ilk sayfalardan itibaren gürültünün gündelik yaşam içinde pek de sorgulamadığımız işlevlerini tartışmaya açıyor. Gürültüden ilk anladığımız muhtemelen düzensiz, yadırgatıcı, yüksek, bir biçimde rahatsız edici bir ses ortamı. Aslına bakarsanız 1980’lerde Japon sanatçılar gürültü müziği (noise music) diye bir tür ortaya atıp da gürültünün müzik kapsamında değerlendirebileceği iddia ederlerken bile gürültüyü böyle tanımlıyorlardı. Yani yadırgatıcı olduğu doğruydu ama neden müzik olmasındı? (bu noktada, yüzyıl başında gürültünün sanayileşme ve teknoloji ile ilişkisini sanata ilk tahvil edenlerin fütüristler olduğunu hatırlamak gerek).

Peki gürültü hep rahatsız mı eder? Öyleyse çoğulluğun ifadesi olarak gürültüyü ne yapacağız; hani koca bir dünyanın parçası olduğunuzu hatırlatan cinsten olanını? Peki ya bir mücadele aracı olarak gürültü? Gerçi buradan baktığımızda da gürültüyü meydana getiren seslerin birileri için “rahatsız edici” olduğu kesin!

Mücadelenin Sesleri

“Ses çıkarmak”, “sessiz kalmamak” gibi söz dizileri Türkçe’de de bu göndermeyi yapıyor açıkça. Susma ve ses çıkarma metaforunun en çarpıcı ifadesi de ne yazık ki yine güncel bir sloganda yerini buluyor: “Çocuklar uyurken susulur, ölürken değil!”

Pencerelerimizden tencere tava çalarken de, eylem alanlarında sloganlarımızı haykırırken de “ses çıkarıyoruz” aslında. Bu ses evreni, sloganları, düdük sesini, kahkaha ve konuşmaları, çığlıkları, canlı veya kayıttan müzik sesini, megafon cızırtısını, polis anonslarını, helikopter seslerini ve kentin o bölgesinin işitsel peyzajını (soundscape) kapsıyor. Üstelik oradaki her bir ses kolektif hafızamızda bir yere referans veriyor, dolayısıyla gürültünün en yoğun olduğu anda bile alanda “istenmeyen” bir sesi ayırt etmemiz mümkün. Demek ki “istenmeyen” her zaman gürültünün kendisi değil!

Sesin mekan ile ilişkisi özellikle göç alanında dikkat çekiyor, göçmen için aşina olduğu bir müzik ya da sesler bütünü birden bire zaman ve mekan algısını alt üst etmeye yeterli. Ses aracılığıyla mekanı yaratmak/işaretlemek ise bir alanın sınırlarının sesle çizilmesiyle gerçekleşiyor. Ezan ya da çan sesinin ulaştığı toprakları cemaatinin sınırları olarak belirlemesi gibi, tanıdığımız bir ses evreninde kendimizi ait olduğumuz yerde, güvende hissediyoruz (İstanbul’un işgali sırasında mehter sustuğu anda Osmanlı askerinin paniğe kapıldığı, bu nedenle mehterin durmaksızın çaldığı anlatılır). R. Murray Schafer’in 1970’lerde dolaşıma soktuğu işitsel peyzaj kavramı, bizleri çevreleyen bu ses evrenlerinin çeşitliliğine ve anlamlandırılmasına kafa yormak açısından hala son derece kullanışlı.

İşte belki de gürültü dediğimiz şey, tam da o bildiğimiz ya da beklediğimiz ses evrenine ait olmayan seslerdir!

Sessizliğin Politikası

Sessizlikse gürültünün karşıtı gibi görülmekle birlikte, tam da onun gibi politik bir kurucu işlev üstleniyor. Anmalarda ya da birlikte dikkat vermemiz gereken bir tehdit karşısında bir anda sessizliğe kesmiyor mu ortalık? Ya da -gerçi bizim geleneğimizde pek rastlanmıyor ama- sessiz eylemlerin gücünü düşünelim. Hareket ve sesin yokluğunun da varlığı kadar dikkat çekici ve politik anlam yüklü olduğu bir eylem için “duran adam” hepimizin hafızasında.

İşte Hendy, gürültü ve sessizliğin toplumsal yaşamın düzenlenmesinde üstlendiği bu kurucu rolü insanlık tarihi boyunca izliyor. Elbette gürültü ve sessizliğin gönüllülüğü, daha doğrusu kim tarafından dayatıldığı ve kullanıldığı son derece belirleyici. Hendy’nin de hatırlattığı gibi, dini otoritenin ezeli misyonlarından biri olan gürültünün denetimi, 18. yüzyıldan itibaren sınıfsal ayrımın keskinleşmesinde önemli rol oynuyor; gürültü avama, ağırbaşlı bir sessizlikse üst sınıflara uygun görülüyor. Yani sessizlik ya da denetimli gürültü muktedirin kitleleri kontrol etmesinin araçları olabiliyor.

Son olarak, gürültünün muktedir tarafından cezalandırma amacıyla kullanılması da mümkün. Bu noktada, özellikle Occupy Wall Street eylemleriyle gündeme gelen ve ses dalgaları ile acı veren Long Range Acoustic Device‘ın kitle kontrol silahı olarak kullanımını aklımızda. Yine Amerika’nın Irak işgali ile gündeme gelen yüksek desibelde müzikle işkence uygulamaları da hatırlamak gerek (mehter müziğinin, ya da Avrupalı tanıklarının tanımıyla “gürültüsünün” Viyanalılara ne hissettirdiğini kim bilebilir!)*

Kitaba Dair Notlar

David Hendy, bakış açısının merkezine insanı yerleştirirken, insanın tarihini, sesin toplumsal alanı kurmaktaki etkisi çevresinde yeniden gözden geçiriyor. Elbette yazar insanlık tarihini kesip gideren ister istemez seçici ve indirgemeci davranıyor. Üstelik bu tarihin uzun bir dönemi için elimizde herhangi bir ses kaydı da yok. Bu bakımdan Hendy’nin çıkarımlarının büyük bir kısmı titizlikle kullanılan tanıklık ve anlatılara ya da bunlarla desteklenen varsayımlara dayanıyor (varsayımlar ölçüsünde okuyucuyu da ortaya atılan soru üzerinde soru sormaya yönelten açık bir okumanın imkanından bahsedilebilir). İnsanın tarihi derken, bu insanın çoğunlukla Batılı olduğunu da söyleyelim ama Hendy, sık sık başka coğrafyalara göndermeler yaparak bu kısıtlılığı aşma niyetini ortaya koyuyor.

Şunu da bir not olarak eklemek gerekir ki kitap, hem içeriği, hem kurgusuyla Barbara Ehrenreich’in Sokaklarda Dans: Kolektif Eğlencenin Bir Tarihi kitabını anımsatıyor; keza Ehrenreich de Hendy’nin kaynakları arasında. Sokaklarda Dans’ı sevmiş okuyucuya Gürültü özellikle tavsiye olunur. Son olarak, editör Evrim Öncül’ü ve çevirmen Çiğdem Çidamlı’yı tertemiz işçilikleri için kutlayalım.

Madem tarihi biz yazıyoruz ve madem tarih seslerle (de) yazılıyor, o halde gürültü de sessizlik de bizden olsun! Hani ara ara tarihimize/eylemimize göz gezdirmek için okuyoruz ya, Gürültü de o okuma listesine girmeyi hak ediyor.

*İlgilenenler için müzikolog Suzanne G. Cusick’in “Music as torture/Music as weapon” makalesi erişime açık.

Bu da benden olsun (Selcan Özgür’e teşekkürle)

[youtube.com/watch?v=ZSYQ0IbNsBw]