Bir Dostluğun Fotoğraf ve Şarkı Albümü: Besteci Koharig Ğazarosyan ve Yazar Hayganuş Mark 

5 Haziran 2021’de 5 Harfliler’de yayınlandı.

Uzun zamandır, etnomüzikolog Melissa Bilal’le 5Harfliler için kadınların Ermeni müziğinde yaratıcı, aktarıcı ve icracı olarak yerine ilişkin bir söyleşi yapmak için fırsat kolluyordum. Sonunda bir araya gelip güncel araştırmaları hakkında konuşmaya başladığımızda söyleşimizi bu geniş çerçeve içinde daha özel bir yere, Lerna Ekmekçioğlu’yla birlikte üzerinde çalıştıkları besteci Koharig Ğazarosyan’a ve onun feminist yazar Hayganuş Mark’la ilişkisine odaklamaya karar verdik. Bilal ve Ekmekçioğlu’nun yürüttükleri bu araştırma, iki kadının bireysel hikâyelerini gün yüzüne çıkarmanın ötesinde bir dönemin gözardı edilen aktörlerini ve bu gözardı edilişi gündeme getiriyor. Bilal ile bu çalışmayı, onları konuya yönelten sebepleri ve araştırmanın bize söylediklerini konuştuk. 

Lerna Ekmekçioğlu ile birlikte yüzyıl başında İstanbul’da beş Ermeni kadın yazarın hikâyesini anlattığınız Bir Adalet Feryadı kitabı 2006’da yayımlanmıştı. O kitapta geç Osmanlı-erken Türkiye Cumhuriyeti tarihinde diğer birçok düşünce alanı gibi, kadın hakları mücadelesi ve feminizmin de Ermeni özneler gözardı edilerek düşünülemeyeceğini hatırlatıyordunuz. Orada bahsi geçen kadınlardan biri de Hayganuş Mark’tı. Biraz ondan bahsederek girelim mi konuya? Hayganuş Mark kimdir ve sizin yolunuz onunla nasıl kesişti?

Hayganuş Mark’la tanışmamız 1990’lı yılların sonunda İstanbul’da kurduğumuz Ermeni feminist kadın grubuyla başladığımız çalışmalara dayanıyor. 2000 yılının 8 Mart kutlamaları kapsamında İstanbul’da Esayan ve Pangaltı Ermeni okullarının mezunlar derneklerinde Hayganuş Mark ve hocası feminist yazar Zabel Asadur (Sibil) üzerine birer konuşma yapmış ve küçük bir kitapçık dağıtmıştık. Aynı yıl, feminist grubumuzdan ve Boğaziçi Sosyoloji’den sınıf arkadaşımız Belinda Mumcu ile yazdığımız makale Toplumsal Tarih dergisinin “Gençler Tarih Yazıyor” yarışmasında üçüncü oldu ve derginin 2001 Mart sayısında basıldı. Hayganuş Mark’ın hayatı ve feminizminden yola çıkarak Osmanlı ve erken Türkiye Cumhuriyeti kadın hareketi tarih yazımında Ermeni ve diğer Müslüman olmayan kadınların mücadelelerinin sessizleştirilmesini eleştiren makale bu konudaki ilk akademik yayınımız oldu. Daha sonra Lerna Ekmekçioğlu ile ABD’deki doktora çalışmalarımızın ilk yıllarında, bahsettiğin Bir Adalet Feryadı: Osmanlı’dan Türkiye’ye Beş Ermeni Feminist Yazar (1862-1933) kitabını yayımladık. Aras Yayıncılık’tan çıkarttığımız kitabımızın Hayganuş Mark bölümünde Toplumsal Tarih makalemizin yanı sıra Hayganuş Mark’ın feminist düşünce ve aktivizmine ışık tutan yazılarını ilk kez Türkçe çevirileriyle bastık. Ancak o zamanlar elimizde çok sınırlı kaynak vardı. Bundan sonraki aşama, Lerna’nın İstanbul, Yerevan, Paris, Beyrut ve ABD’nin çeşitli şehirlerinde Hayganuş Mark’ın hayatına ve dönemine dair yaptığı arşiv çalışması; Mark’ın 14 yıl kesintisiz olarak yayımladığı Hay Gin (Ermeni Kadın) dergisinin bütün sayılarına ulaşarak ve onları detaylı bir şekilde okuyarak doktora tezi yazması oldu. Lerna’nın 2016 yılında İngilizce yayımlanan kitabı 2021’de Türkçe çevirisiyle Aras Yayıncılık’tan çıktı. Bir Milleti Diriltmek, 1919-1933: Toplumsal Cinsiyet Ekseninde Türkiye’de Ermeniliğin Yeniden İnşası başlığı altında yayımlanan kitapta Lerna, feminist yayın Hay Gin başta olmak üzere döneme ışık tutan birçok başka kaynak üzerinden soykırımdan sağ kalan Ermenilerin mütareke ve erken Cumhuriyet yıllarını nasıl deneyimlediklerinin, yani içinde büyüdüğümüz İstanbul Ermeni cemaatinin tarihini anlatıyor. Şu anda birlikte yazmakta olduğumuz yeni kitabın Hayganuş Mark bölümünü de Lerna yazıyor. Kitapta, Osmanlı Ermeni feminist hareketinin öncülerinden 12 kadına dair bizim yazdığımız makaleler ve kendi kaleme aldıkları yazılardan seçkiler yer alacak. Burada detaylı anlatmaya imkân olmadığı için Hayganuş’un hayatı ve feminizmi için yukarıda bahsettiğim kaynaklara yönlendireyim okurları. Ben asıl bizim Hayganuş ve Koharig’in dostluğunun peşine düşme hikâyemizi anlatayım. 

2000 yılında rahmetli Hagop Ayvaz’ın bize verdiği siyah beyaz bir fotoğrafla başladı yolculuğumuz. Fotoğraf 6 Temmuz 1957 günü Ğazarosyan’ın Şişli’deki evinde, bir konser sonrası çekilmişti. Biri yazar ve aktivist diğeri müzisyen iki entelektüel kadın yani Hayganuş Mark ve Koharig Ğazarosyan, dostluklarını ölümsüzleştiren bu resimde, ellerindeki pasta tabakları ve arkadaki büfede dizilmiş tabak ve bardaklardan bize çok tanıdık gelen, samimi bir İstanbul ev ortamında ortak yaratımlarını kutluyorlardı. Hem yüz ifadeleri hem de duruşları birbirlerine duydukları sevgi ve saygıyı yansıtıyordu. O anın mutluluğunu yakalamış olan bu dinamik fotoğrafı çok sevdik ve yıllar boyu farklı yerlerde kullandık. Daha sonra yaptığımız araştırmalar sonunda anladık ki o günkü konserde icra edilen eserler arasında Ğazarosyan’ın Mark’ın şiirleri üzerine bestelediği şarkılar da vardı. Lerna’yla şu an yazmakta olduğumuz kitabın bir de sergisi olacak. Planlarımız serginin Yerevan’da açılması ve daha sonra da ABD’ye gelmesi yönündeydi. Sergi sırasında ayrıca, kitapta yer verdiğimiz Zabel Asadur (Sibil), Yevpime Avedisyan (Anais) ve Hayganuş Mark’ın yazmış oldukları şiirler üzerine bestelenmiş şarkıların icra edildiği küçük bir dinleti de olacaktı. Son durumda, bu şarkılar, pandemi sebebiyle sanal ortama taşımak zorunda kaldığımız sergimizin bir nevi “soundtrack”i olacaklar. Dolayısıyla sergi ekibiyle yürüttüğümüz çalışmalar sırasında bir süredir Koharig’in Hayganuş bestelerini yeniden canlandırma yönünde adımlar atmaya başlamıştık. Geçtiğimiz Nisan ayında UCLA’de verdiğimiz konuşmada bu eserlerden dördünün prömiyerini gerçekleştirme şansımız oldu. 

Koharig Ğazarosyan’a gelecek olursak, onu biraz tanıtabilir misin bize? Öncelikle şöyle sorayım, hakkında yazılı kaynaklar var mıydı Ğazarosyan’ın, sanırım sen akrabaları aracılığıyla kişisel arşivlere ulaştın, değil mi?

Piyanist, besteci ve müzik pedagogu Alis Koharig Ğazarosyan (ismini Türkçe’de Koharik Gazarosyan olarak yazıyordu, soyadı kanunuyla sonradan “Haser” eklendi.) 21 Aralık 1907’de İstanbul’da doğdu ve 29 Ekim 1967’de Paris’te öldü. Annesi Öjeni Nazaryan Ğazarosyan Eyüp’te doğup büyümüştü. Babası Krikor Ğazarosyan ise Erzurumlu’ydu. Koharig’in Birinci Dünya Savaşı’na denk gelen ilköğrenim yılları, İstanbullu Ermenilerin yüzlerce aydın ve emekçinin tutuklanıp ölüm sürgününe gönderilmesine tanıklık ettikleri, imparatorluğun her yanından gelen tehcir ve katliam haberleriyle sarsıldıkları zamanlardı.  Ğazarosyan ailesi bu acı ve korku dolu sürenin bir kısmını Büyükada’da geçirdi. Koharig’in Esayan’da lise öğrencisi olduğu mütareke yıllarıysa, Lerna’nın kitabında anlattığı gibi, Hayganuş Mark ve diğer Ermeni feministlerin soykırımdan sağ kalmayı başararak çeşitli vilayetlerden başkente sığınmış olan çoğunluğu kadın ve çocuk Ermeni halka yardım etmek için seferber olduğu dönemdi. 

1923 yazında Esayan’dan mezun olan Koharig, Ermenilerin çoğunluğunun bir daha geri dönmemek üzere bırakmak zorunda kaldıkları İstanbul’da, müzik eğitimine ve resitallerine devam etmeye çalıştı. 1926 Temmuz’unda Paris’e gitti ve akademik yılın başında konservatuara başladı. 1934’de konser piyanisti olarak verdiği ilk resitalinde kendi bestelerini de icra etti. Bir yandan kendi koral eserlerini de seslendiren Paris Ermeni Sipan Gomidas korosuna piyanoda eşlik ediyor bir yandan da çeşitli sahnelerde çalıyor, beste yapmaya ve özel piyano dersleri vermeye devam ediyordu. Ğazarosyanlar Paris’te yaşadıkları bu dönemde, ailenin bir kısmının hâlâ yaşadığı İstanbul’a gelip gidiyorlardı. 1939’da annesinin sağlığı sebebiyle İstanbul’a döndüler. Koharig, 1940’lı yıllar boyunca l’Union Française gibi İstanbul’un o zamanlar meşhur olan çeşitli konser salonlarında çaldı. 1947 ile 1949 arasında, bir buçuk yıl süreyle ABD turnesine çıktı ve Carnegie Hall dahil olmak üzere dünyaca ünlü birçok sahneye çıktı; resitalleri radyodan yayınlandı; New York Times ve NY Herald Tribune gibi gazeteler ve bunlar üstünden de Cumhuriyet gazetesi başarılarını haberleştirdi. 

Johann Sebastian Bach’ın “Eşit Düzenlenmiş Klavye”sinden esinlenerek oluşturduğu 24 konser programının ilkini yani Do Majör programı ilk defa bu turne sırasında icra etti. Sonraki yıllarda bu özgün fikirle çeşitli Avrupa başkentlerinde ve İstanbul’da (Galatasaray Lisesi, Küçük Sahne vs.) resitaller verdi. Bach’tan 20. yüzyıla kadar tamamı “klasik Batı müziği” geleneğinin “kanonlaşmış” erkek bestecilerinin eserlerinden oluşan programına Gomidas Vartabed’in ve kendisinin bestelerini eklemesini kanona yaptığı bir müdahale olarak görüyorum. 1960’lı yıllarda çoğunlukla İstanbul’da yaşayan Ğazarosyan, Esayan Mezunlar Derneği’nin müzik komitesi başkanı olarak Arjantin, Beyrut, Yerevan gibi dünyanın farklı yerinden Ermeni müzisyenleri İstanbul’a çağırdı, onlar için konserler düzenledi, onlarla sahne aldı ve bu ziyaretleri düzenli olarak Kulis’e yazdı. Hayali, dünyadaki, özellikle de Ermenistan dışındaki Ermeni sahne sanatçıları için bir birlik kurmaktı. Bir diğer büyük hayali de Ermenistan’ı ziyaret etmekti fakat oraya “eli dolu,” yani daha çok besteyle gitmek istediğini söylüyordu hep. Son turnesi Mayıs 1967’de Mısır’a oldu. Kahire ve İskenderiye sahnelerindeki performansı yerel Ermenice ve Fransızca gazetelerde eleştirmenlerin hayranlık dolu yazılarıyla yer buldu. Koharig Ğazarosyan bu turneden birkaç ay sonra, tedavi için gittiği Paris’te, oldukça erken bir yaşta hayata gözlerini yumdu. Cenaze töreni 2 Kasım günü, Paris Surp Hovhannes Mıgırdiç Kilisesi’nde gerçekleşti. 

Koharig Ğazarosyan’ın hayatı ve eserleri üzerine en kapsamlı araştırmayı ve detaylı incelemeleri yapmış kişi müzikolog ve tarihçi Haig Avakian. Zaten Koharig’in Hayganuş’un şiirlerini bestelemiş olduğunu Avakian’ın yayınladığı Ğazarosyan bibliyografyasından öğrendim ve bana bu şarkıların notalarını göndermesiyle de bunların icrası üzerine düşünmeye başladım. Avakian büyük kısmı daha önce yayımlanmamış Ğazarosyan repertuarını yayına hazırladı, bilgilendirici notlar ve analitik giriş yazılarıyla ciltler halinde Kahire’de yayımladı. Ben ninniler üzerine doktora tezimi yazarken bu ciltlerden bir kısmına ulaşabilmiş, Ğazarosyan’ın yaylı çalgılar dörtlüsü için yazmış olduğu ninnisini tezime dahil etmiştim. O zaman Ğazarosyan’ın hayat hikâyesine dair küçük bir araştırma da yapmıştım. Sınırlı fakat çok değerli biyografik bilgileri, müzikolog Tsitsilia Brutyan’ın kitaplarından ve besteciyi şahsen tanımış olan ve on yıllardır eserlerini icra eden piyanist Şahan Arzruni’nin The Norton-Grove Dictionary of Woman Composers’a (kadın besteciler ansiklopedisi) yazdığı maddeden almıştım. Tezimde ayrıca, içinde Ğazarosyan’ın yazdığı birçok makale ve kariyerine dair bolca haberin bulunduğu Kulis dergisinden yararlanmıştım. UCLA’deki konuşmamı hazırlarken, bugün Uluslararsı Hrant Dink Vakfı’nın koruması altında olan 50 yıllık Kulis külliyatının ve editörü Hagop Ayvaz’ın arşivinin kısa süre önce büyük bir titizlikle kataloglanmış halde araştırmacılara açılmış olmasının büyük faydası oldu. [1] Yararlandığım değerli diğer bir arşiv de Boston’daki Armenian Cultural Foundation (Ermeni Kültür Vakfı) bünyesinde bulunan Ğazarosyan’ın öğrencisi Ardashes Shelemian’ın (Ardaşes Şılımyan) arşivi. Tabii ki en kıymetli kaynağımsa bestecinin yeğeni Sona Bedrossian. Kendisi birkaç yıl önce Ğazarosyan arşivini Yerevan’a gönderdi ve arşiv geçtiğimiz ay tasnif edilmiş şekilde araştırmacılara açıldı. Birçok önemli biyografik detaya ve aile arşivinde saklanan eşsiz belge ve fotoğraflara Sona Bedrossian’ın bunları benle cömertçe paylaşması sayesinde erişebildim. 

Ğazarosyan’ın Müziğinden bahsedelim mi biraz? Çoksesli Batı müziği geleneği içinde nasıl bir yere yerleştirebiliriz onu? Bu arada çok az müziği yayınlanmış ve çalınmış anladığım kadarıyla?

Çeşitli müzikal form ve türlerde ürünler vermiş. Solo piyano veya konçerto ya da piyano eşlikli solo vokal (şiirler, halk şarkıları ve ilahiler üzerine besteler) için yazmış olduğu eserleri çoğunlukta olmakla birlikte, keman, viyola, çello, flüt, obua ve org’un türlü kombinasyonları için yazdığı birçok bestesi, koral parçaları ve de bale süiti var. 1962’de Poznan’da bir beste yarışmasına da katılmış. Ardashes Shelemian’a yazdığı bir mektupta yirminci yüzyılda revaçta olan 12 ton tekniğinden ziyade, müzikal dil ve üslubunu tonal sistem içinden geliştirmeyi tercih ettiğini yazar. Yayınlanma meselesine gelince, bir dizi eseri 1940 ve 1967’de Paris’te ünlü müzik yayınevleri Durand ve Choudens tarafından yayımlandı, 1948 ve 1957’de Lübnan’da Hasg (Başak) Ermeni Çalışmaları yıllığında ve 1966’da Yerevan’da Tsitsilia Brutyan’ın bir antolojisinde yer aldı. Bunlar dışında, 1943 yılında İstanbullu araştırmacı yazar Toros Azadyan, Ğazarosyan’a içlerinde 70 Ermenice şarkı bulunan Gomidas Vartabed’in elyazısı derleme defterlerini verdi. Gomidas bunları 1913 yazında İstanbul’dan Eçmiadzin’e ziyareti sırasında, o zamanın Rusya İmparatorluğu’nun Yerevan vilayetine dahil olan bugün Türkiye’nin Iğdır ili civarına denk gelen bölgedeki köylerden derlemişti. Dört yıl boyunca, Hampartsum notasıyla yazılmış olan bu ezgileri inceleyen ve piyano eşlikli vokal düzenlemelerini yazan Ğazarosyan, şarkılardan yirmi tanesini 1950’de Lübnan’da yayımlattı. Gomidas Vartabed’in işini, bırakmak zorunda kaldığı yerden alıp devam ettirme çabası ve bu konudaki başarısı çok açık. Gomidas’ın Kütahya’daki doğduğu evi, hâlâ orada yaşayan kuzenini ve diğer akrabalarını ziyareti hayatının en etkileyici deneyimlerinden biri olmuştu. 

Koharig’in daha önce yayımlanmamış ve Paris’teki aile arşivinde bulunan birçok eserine gelirsek onlar da yukarıda söz ettiğim gibi Haig Avakian’ın çabalarıyla 2000’li yıllarda gün yüzüne çıktı. Çalınmış ve söylenmiş olanlara gelince, bunlar da oldukça ender. Bu konuda Şahan Arzruni’nin çalışmaları çok kıymetli. Bildiğim kadarıyla kendisi henüz hayattayken yapılmış olan tek ticari kayıt, piyanist Magdi Rufer’in (Sabahattin Eyüboğlu’nun eşi) Ğazarosyan’ın 6 Etüd’ünü çaldığı plak. Bizim projemiz kapsamında ise şu ana kadar dört eser icra edildi. UCLA Ermeni Müziği Programı ile ortak yürüttüğümüz projede daha önce icra edilmemiş bu dört Hayganuş Mark şiiri bestesini oyuncu Nora Armani, mezzo-soprano Danielle Segen ve piyanist Steven Vanhauwaert seslendirdiler. Nora Armani 1997 yılında Koharig Ğazarosyan’ın eserlerinin icra edildiği CD’de Hayganuş’un Koharig’e adadığı Daviği Vra’yı (Arp Üzerinde) şiirini de okumuştu. 

Hayganuş Mark’ın metinlerini de mi besteliyor?

Koharig Ğazarosyan’ın bestelediği şiirlerin bir kısmı Hayganuş Mark’ın 1921’de İstanbul’da yayımladığı Dzulutyan Baheres [Tembellik Anlarımdan] kitabından, bir kısmı ise Ğazarosyan’ın onlara ezgi yazdığı 30’lu ve 40’lı yıllarda henüz yayımlanmamış. Daha sonra bu şiirler, içlerinde Koharig’in de bulunduğu Hayganuş Mark’ın 50. yıl jübilesini kutlama komisyonu tarafından 1954’te yayımlanan kitapta yer aldı. Örneğin, 1934’te Paris’te bestelenen “Yerazıs” [Rüyam] Hayganuş’un “Odaratsum” [Yabancılaşma] şiiri üzerine. Koharig daha sonra bu ezgiye farklı vokal ve enstrümantal düzenlemeler yazmış. 1956 yılında da eseri Paris’in Yazarlar, Besteciler ve Müzik Yayıncıları Derneği’ne kaydettirmiş. 

Türkiye’deki müzik ortamıyla ilişkisi nasıl olmuş Ğazarosyan’ın? İdil Biret’le bir ilişkisi var örneğin değil mi? 

Ğazarosyan müzik eğitimine küçük yaşta, o dönem İstanbul’un önde gelen müzisyenlerinden özel dersler alarak başlamıştı. Bunlar arasında besteci Edgar Manas ve piyanist Henri Furlani de vardı.  Türkiye’de “klasik Batı müziği”nin önde gelen yaratıcı ve icracılarından biriydi ve tabii ki müzik ortamıyla organik bir ilişkisi vardı. Belki de bunun en güzel kanıtı 1965 yılında besteci ve orkestra şefi Niyazi Tağızade’nin (Hacıbeyov) İstanbul Devlet Opera ve Bale Orkestrası’nı yönetmek üzere Sovyet Azerbaycanı’ndan ziyareti sırasında Ğazarosyan’ın onu bir grup müzisyen, sanatçı, yazar ve gazeteciyle birlikte evinde ağırlamış olmasıdır. Ğazarosyan Kulis’te yayımladığı izlenimlerinde, Tağızade’nin Ermeni besteci Aram Khaçaduryan’la aynı hocadan komposizyon dersleri almış olduğunu, ayrıca da birçok Ermeni bestecinin eserinin orkestral icrasını yönetmiş olduğundan bu repertuara çok hâkim olduğunu yazar. Bunun dışında, müzik yazarı Faruk Yener, yanılmıyorsam 1984 yılında Milliyet Sanat’a yazdığı ve Osmanlı’dan Türkiye’ye Ermeni sanatçılardan bahsettiği yazısında Koharig’in adını geçirir. Ben yazıyı 1 Haziran 1996’da Kulis’te yayımlanmış Ermenice çevirisinden okudum. Yener, 1930’ların Kadıköy’ündeki piyano hocası Koharig’den bahsediyor ve yazının devamında da Koharig Ğazarosyan’ın ismini veriyor. Yazıya eşlik eden fotoğraflardan da yola çıkarak başta soyadını vermediği o piyano hocasının Ğazarosyan olduğunu düşünmüştüm fakat sonradan yaptığım araştırmalar sonucu bunun başka bir Koharig olduğunu fark ettim. Tabii bu sonucu değiştirmiyor. Doktora tezimde Ermeni besteci, piyanist ve piyano öğretmeni kadınların erken Cumhuriyet İstanbul’undaki yaşamlarından, müzikal çalışmalarından ve de bunların dönemin resmî azınlık politikaları, daha da doğrusu, Ermeni karşıtı politikaları bağlamında nasıl değerlendirilebileceğinden kısaca bahsetmiştim. Bundan sonraki aşama, bu konuda bir kitap yazmak. Kitabın önemli bir kısmını hayat hikâyesi son dönem Osmanlı’dan 1960’lar Türkiye’sine uzanan Koharig Ğazarosyan’a ayıracağım. Bu bağlamda tabii ki İdil Biret’le ilişkisi, kendisi gibi Türkiyeli olup uluslararası başarılara imza atan bu genç kadın piyanisti heyecanla desteklemesi, Paris’te ve İstanbul’da onunla görüşmesi, birlikte piyano çalması, Kulis’teki yazılarında ona olan hayranlığını ifade etmesi, bir bestesini ona adamış olması fakat  buna karşılık ne Biret’in ne de Ermeni olmayan Türkiyeli diğer piyanist ve bestecilerin hikâyelerinde, ne resmî ve popüler müzik tarihi anlatılarında ne de çoğunluğun toplumsal hafızasında önemli bir yer tutmaması üzerinde durmak istediğim bir konu. 

Türkiye’de çoksesli batı müziği alanında çalışan kadın besteciler üzerine değerli çalışmalar var, Ğazarosyan yer bulmuş mu bu çalışmalarda? 

Bildiğim kadarıyla bulmamış. Ne Ğazarosyan ne de ondan biraz daha genç olan, onunla yakından çalışmış, hatta vefatından sonra adını yaşatmak için başlatılan yarışmanın jüri üyesi başkanı olmuş İstanbullu diğer bir Ermeni kadın besteci Sirvart Karamanuk…  Türkiye müzik tarihinden adeta silinmişler. Türkiye’nin “ilk” kadın bestecileri ve piyanistleri olmalarına rağmen isimleri bu tür “liste”lerde geçmiyor. 

Az önce başka bir Koharig isimli piyano öğretmeninden bahsettin. Bu araştırma sürecinde karşına çıkan başka Ermeni ya da gayri Müslim kadın aktörler oldu mu? 

Fotoğraflar, mektuplar ve notalar üzerinden, arşivlerde Hayganuş Mark ile Koharig Ğazarosyan hikâyesinin izini sürerken öğrendiğimiz detayları birleştirdiğimizde, karşımıza imparatorluktan cumhuriyete geçiş sürecini İstanbul’da deneyimlemiş bir grup Ermeni aydın, yazar, gazeteci ve sanatçı kadın ve onların dostluk ve dayanışma ağı çıktı. Örneğin vefat ettiğinde ardından “bir rüya gibi geçtin bu dünyadan” diye yazan samimi arkadaşı yazar Adrine Dadryan’ın eserlerinden birini operaya dönüştürmeyi planlıyormuş Koharig. Yukarıda değindiğim gibi bu kadınların çoğu, yaşça daha büyük olan Hayganuş Mark’ın jübilesini düzenlediler, hastanedeki son günlerinde ona baktılar ve hep yanıbaşında oldular, arşivinin korunup Yerevan’a gönderilmesini sağladılar. Hayganuş Mark’ın Yerevan’daki arşivinde çalışırken Koharig’in ona yazmış olduğu iki mektup bulduk. Mark’a “benim tatlı arkadaşım” diye hitap ettiği bu iki mektuptan biri 1956 tarihli. Koharig piyano başındaki bir fotoğrafını göndermiş Hayganuş’a ve arkasına da çok yakında onuruna düzenlenecek olan etkinlikle (50. yıl jübilesi) ilgili bilgilendireceğini yazmış. İkinci mektupsa 1962’den. Yeni yıl tebriği ve en kısa zamanda görüşme dileği. Başka bir mektup da Lerna’yla kitabımızda yer alan diğer bir İstanbullu feminist yazar ve aktivist Zaruhi Kalemkeryan’ın arşivinden çıktı. 1948’de ABD turnesi sırasında yazmış olduğu mektupta Ğazarosyan o sıralar çoktan New York’a göç etmiş olan Kalemkeryan’ı konserine davet ediyor ve ortak dostları olan Hayganuş Mark’tan hasretle bahsediyor. 

Toparlayarak şunu sorayım, bu iki kadının varlığı, ilişkisi ve her şeyden önemlisi bu coğrafyada yaşayan kadınlar olarak bizlerin -bu coğrafyada yaşayan kadınların, feministlerin- tarihteki görünmezlikleri ne söylüyor?  

Bu hikâye şunu söylüyor: Feminist tarihçilik, her alanda olduğu gibi müzik alanında da Ermeni kadınları, özellikle de imparatorluktan cumhuriyete geçişi deneyimlemiş Ermeni kadınları tarihe “geri” yazarken onların o süreci ve sonrasını nasıl deneyimlediklerine dair ortaya çıkan soruları bastırmadan, cevapları susturmadan, Ermeni kadınların Türkiye’de müzikal hayatta ve onun anlatısında var olma koşullarını veya yokluklarının nedenlerini anlayarak, daha bütünlüklü, ilişkisel ve eleştirel bir geçmiş anlayışı oluşturmayı gerektiriyor. 

[1] Ayvaz’ın arşivinden yola çıkarak hazırlanan “Kulis: Bir Tiyatro Belleği, Hagop Ayvaz” sergisi 25 Temmuz’a dek Yapı Kredi Kültür Sanat’ta ziyaret edilebilir ya da çevrimiçi olarak gezilebilir.  

Melissa Bilal Kimdir? 

Melissa Bilal, lisans ve yüksek lisans eğitimini Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde tamamladıktan sonra Etnomüzikoloji doktora derecesini University of Chicago’nun Müzik Bölümü’nden almıştır. Şikago, Columbia, Boğaziçi ve Ermenistan Amerikan Üniversitelerinde, Tarih, Yakın Doğu Dilleri ve Medeniyetleri, Ermeni Çalışmaları, Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları ve Müzik programlarında ders vermiştir. 2017 yılında Massachusetts Institute of Technology  Tarih Bölümü’nde ziyaretçi araştırmacıyken, Lerna Ekmekçioğlu ile Feminist Ermeni Çalışmaları Çalıştayı (Annual Feminist Armenian Studies Workshop) ve Feminist Ermeni Çalışmaları Kolektifi’ni (FemARC) kuran Bilal, Ekmekçioğlu ile 2006 yılında Bir Adalet Feryadı: Osmanlı’dan Türkiye’ye Beş Ermeni Feminist Yazar (1862-1933) kitabını yayımlamıştır ve halen Feminism in Armenian: An Interpretive Anthology and Digital Archive [Feminizmin Ermenicesi: Değerlendirmeli Antoloji ve Dijital Arşiv] kitap ve dijital arşiv projesi üzerinde çalışmaktadır. Türkiyeli Ermenilerin gündelik ve siyasi yaşamları, hatırlama pratikleri ve müzikal tarihleri üzerine yazdığı makalelerinin yanı sıra, Kalbim O Viran Evlere Benzer: Gomidas Vartabed’in Müzik Mirası kitabı (Burcu Yıldız’la birlikte, 2019) ve Voice Signatures: Recordings of Russian Armenian POWs in German Camps, 1916-1918 CD projesi (2020) bulunan Bilal halen University of California Los Angeles’in Etnomüzikoloji Bölümü’nde ders vermekte ve Yakın Doğu Çalışmaları Merkezi’nde araştırmalarını sürdürmektedir.  

Kapak Görseli: Hayganuş Mark ve Koharig Ğazarosyan, Şişli, 6 Temmuz 1957.  Yerevan Yeğişe Çarents Edebiyat ve Sanat Müzesi, Hayganuş Mark Arşivi.

Savaş, Göç ve Bir Karşılaşma Alanı Olarak Müzik

26 Ekim 2020’de 5 Harfliler’de yayınlandı.

Kardeş Türküler grubunun vokalist ve perküsyonistlerinden Selda Öztürk’ü bir kısmımız ayrıca RitimKolektif’in kurucularından biri ve eğitmeni olarak tanıyoruz. Fakat bugün Selda Öztürk’le müzisyenliğini değil, savaşın tanığı kadınların müzik pratiklerine odaklanan doktora tezi çerçevesinde 2015-2019 yılları arasında gerçekleştirdiği alan çalışmasından gözlemleri üzerine konuşuyoruz.

Selda merhaba. Her şeyden önce hep tekrar ettiğimiz ama yeterince detaylandırmadığımız bir konuyu biraz açarak başlayalım mı? Savaşı kadınlar nasıl deneyimliyorlar? Kadınların deneyimi erkeklerinkinden nasıl farklılaşıyor?

Merhaba Evrim. 3 Ağustos 2014 tarihinde Işid Şengal’e saldırınca orada yaşayan Ezidiler Mardin, Silopi, Batman, Cizre ve Diyarbakır’a göç etmişlerdi. 2015 yılının Mayıs ayında Diyarbakır’daki Fidanlık Kampı’na gittiğimde kampta 1350’sinin kadın, 1200’ü çocuk olmak üzere 4000 kişi yaşıyordu. Ezidi kadınlar Işid’in yaşlı, çocuk, erkek herkesi öldürdüğünü, kız çocukları ve kadınları ise kaçırıp sattıklarını ve onlarla zorla evlendiklerini anlattılar. Geriye kalanlar da medreselerde ve dağlarda günlerce saklanmış hastalık, açlık ve susuzlukla boğuşarak sınıra ulaşmaya çalışmışlardı. Kadınlardan biri Işid’in köyün çok yakınına geldiği haberi gelince bir babanın “bunlar bir şey bırakmaz, ellerine düşmeyelim” diyerek önce ailesindeki herkesi sonra da kendini öldürdüğünü söyledi. Işid’in elinde esir olan binlerce kadından söz ediliyordu. Kadın ve kız çocukların güzellik ve beyazlıklarına göre ayrılarak Musul ve Rakka gibi şehirlerin köle pazarlarında, çocukların da evlere köle olarak satıldıklarını anlattılar. Kurtulanlar arasında ailesi tarafından kabul görmeyeceği için intihar eden kadınlar vardı. Bu süreçte yakınları tarafından ortada bırakılan, aile bağlarını koparmasını isteyen ve yalnız yaşamaya itilen kadınların sayısı az değil. Ailesi sahip çıksa bile kendini öldüren kadınlar var. Bu konuda, Nurcan Baysal’ın Ezidi kadınlarla yaptığı “Ezidiler: 73. Ferman Katliam ve Kurtuluş” isimli sözlü tarih çalışması okunabilir. Ezidi kadınlar için savaş ölüm, tecavüz, zorla kaçırılma, satılma, zorla evlendirilme yani her türden şiddete ve tehlikeye maruz kalmak demek.

2015 yılının Mayıs ayında Diyarbakır merkezde görüştüğüm Kobanili kadınlar için de savaş ölüm demek. Birinci dereceden yakınlarını kaybeden ve köyleri yakıldığı için hiçbir şeyleri kalmayan Kobanili kadınlar, Diyarbakır’a akraba olan on beş hane yaklaşık altmış kişi gelmişlerdi ve neredeyse tamamı kadın ve küçük çocuklardan oluşuyordu. “Savaş başladığında çocuklarımızla geceleri gidip tepelerde uyuyorduk, gündüzleri köye dönüyorduk. Savaş iyice artınca da buraya geldik” dediler. Başka bir kadın da “Bize niye köyünüze dönmüyorsunuz diyorlar. Şimdi köylerde savaş var nasıl gidelim, bu küçük çocuklarla biz nereye gidelim” diyerek sitem etti. Şubat 2016 tarihinde İstanbul’da görüştüğüm Suriyeli bir kadın kaçırma olaylarından ve şebbiha’nın (Esad’a bağlı güçler) baskısından dolayı Suriye’de yaşamın gittikçe zorlaştığını anlattı. Kocası muhalif olduğu için rejim tarafından tutuklanmış, tutukluyken öldürülmüş. Kendisine bir sene boyunca haber alamadığı kocasının öldüğüne dair bir belge iletilmiş. Bu olaydan sonra çocuklarının tehlikede olduğunu düşünerek Suriye’den ayrılmışlar. Mayıs 2016 tarihinde İstanbul’da görüştüğüm Musul’dan gelen Keldani ve Süryani kadınlar da 2014 yılında iki yüz bine yakın insanın Işid’in saldırıları sebebiyle evlerini terk ettiklerini anlattılar. 

Savaşın vahşetini birebir yaşayan bu kadınlar doğdukları, yaşadıkları toprakları ve yuvalarını terk etmek istemediklerinden son ana kadar sabretmişler. Ani bir bombalamanın ardından gözlerinin önünde en yakınlarının öldüğünü görünce yalın ayak ve can havliyle sınıra doğru kaçtıklarını o kadar çok kadın anlattı ki. “İstersen kaydı kapatayım” dediğimde “yok, hayır, anlatacağım, herkes duysun, bilsin neler yaşadıklarımı” diyerek anlatmaya devam ediyorlardı. “Daha fazla konuşamayacağım” ya da “bu kadar konuşmak istiyorum, hatırlamak istemiyorum” diyerek susmayı tercih edenler de oldu tabii. Görüşmelerde savaşın tanıklığının anlatıldığı böyle anlar hepimiz için çok zordu. Kadın olarak savaşı yaşamanın ne demek olduğunu kadınların tanıklıklardan yola çıkarak çok kısaca aktarmaya çalıştım, bu acıları gerçekten anlatabilmek ne kadar mümkün bilemiyorum. Tıpkı bizim coğrafyamızdaki bu savaşta olduğu gibi, çok eski zamanlardan beri dünyanın her yerinde kadınlara yönelik cinsel saldırıların bir savaş politikası olarak uygulandığını biliyoruz, kadınların tarihi bu vahşetlerle dolu ve çok az insan bunun farkında ve unutmamanın derdinde. 

O halde kadınlar nasıl ki yaşadıkları bilinsin diye konuşmak, anlatmak istiyorlarsa müziği de aynı amaçla kullanıyorlar diyebilir miyiz?

Evet, müzik göçmen kadınların kendini ifade etmeleri için önemli araçlarından biri. Kadınlar tüm bu yaşananları aktarmak için doğaçlama müzikler ve besteler yapıyorlar. Ürettikleri bu müziklerde esas olarak Ezidi kadınların başlarına gelenleri, savaş tanıklıklarını ve göçmenlik deneyimlerini anlatıyor kaybettiklerinin acısını, yuvalarına duydukları hasreti, gurbette olmanın yabancılığını ve yalnızlık duygularını ifade ediyorlar. Her biri toplumsal hafızaya, kültüre ve tarihe dair birer belge olan bu metinler aynı zamanda ölüm hakkında toplum olarak düşünmeye ve sorumluluk almaya çağrı yapıyor. Toplumsal hayatı şekillendiren araçlardan biri olan müziği kadınlar, geçmişle köprü kurmak, travmaların yarattığı olumsuzlukların üstesinden gelmek, geleceğe ilişkin kaygılarını azaltmak, kültürel sermayelerini korumak ve aktarmak, toplumsal hafızayı oluşturmak gibi bir çok amaç için kullanıyor.

Senin çalışmanın merkezinde hangi kadınlar var diye soracaktım ama verdiğin örnekler zaten fikir veriyor. Sen görüşmelerini savaş deneyiminin ardından Türkiye’ye gelmiş kadınlarla yapıyorsun. Savaşın üzerine bir de göç deneyimi eklenmiş. Biraz açalım mı? Kimler bu kadınlar, ne zaman gelmişler, nasıl bir göçmenlik deneyimi yaşıyorlar? 

Şam, Halep, Homs, İdlib, Afrin, Şengal, Kobani, Musul, Haseke ve Kamışlo gibi sınıra yakın bölgelerden gelen kadınlardı. Onlarla Diyarbakır, İstanbul, Antep, Adana ve Berlin’de bir araya geldik. Kuaför, doktor, öğretmen, hemşire, ziraat mühendisi, kimyager, ev kadını, müzisyen gibi çok farklı mesleklere ve tıpkı Türkiye’ye gelen göçmen nüfus gibi farklı din, mezhep, etnisite, politik görüş ve ekonomik imkânlara sahiptiler ama savaşın yarattığı yıkım ve acı hepsi için ortaktı. İmkânları olanlar yurtdışına gidiyor ya da burada memleketlerindekine benzer bir yaşamı kurabiliyordu ama ekonomik açıdan yoksun olanlar için göçmen olmak çok daha zor. İnsani olmayan koşullarda çalıştırılmaları, emeklerinin karşılığında çok az para kazanmaları, kiraların yüksek olması ve çocukları için bir gelecek görmemeleri kadınların en çok şikayet ettikleri konulardı. Göçmenlerin kalıcı hukuki statüleri olmadığından eğitim, çalışma ve sağlık gibi temel haklardan yararlanamıyorlar; bu, kadınların yükünü daha da artırıyor. Bu sürecin en büyük krizlerinden biri de çocukların iş gücü olarak kullanılması, yani çocuk işçiler meselesi. Türkiye’deki 4 milyona yakın göçmenin neredeyse yarısı 18 yaşın altında. Savaştan en çok etkilenenler çocuklarıyla birlikte kadınlar. Onlar göçmenliği de çoğunlukla yalnız veya çocuklarıyla beraber deneyimliyor. Türkiye’ye çocuklarıyla sığınmış çok sayıda yalnız kadın bulunuyor. Kocalarını ya savaşta kaybetmişler ya da kaçtığı için haber alamıyor nerede olduğunu bilmiyorlar. Bazı kadınlar yurtdışında kampta yaşayan kocasının yanına gitmenin hayalini kuruyor ama kaçak yolla geldiğinden gitmenin de zor olduğunu biliyor. Göç özellikle yoksul aile yapılarında kırılmalara sebep oluyor. 

Kadınların gündeme getirdiği bir diğer mesele göçmen olmaları ve etnik aidiyetlerinden dolayı uğradıkları ayrımcılık, hakaret ve psikolojik şiddet. İyi komşuluk ilişkileri olanlarda vardı ama komşularının gösterdiği aşağılayıcı tavırları yaşayanlarda çoktu, bunları şu cümlelerle ifade ediyorlardı: “Üsküdar’da oturuyorum, hiç selam vermiyorlar. Ters ters aşağılayıcı şekilde bakıyorlar. Halbuki onlara verdiğimiz hiçbir zarar yok”, “bizim apartmanda kimse kimseye selam vermiyor. Çok garip, Suriye’de böyle olamaz, ilk önce selamlaşırız”, “Evde rahatsız edecek çocuklarımız olmamasına rağmen bize ters ters bakıyorlar”, “ırkçılıktan hep çektik, ve burada da çok çekiyoruz. Kanarya’da kalmamıza rağmen ki Kürtlerin arasındayız, yine de ayrımcılık var. Çocuklarım parka çıkarken diğer çocuklar onlara terörist Suriyeli diyor”.

Suriye’de bir kadın derneğinde yıllarca aktivist olarak emek veren Azra, yeni doğum yapmış Suriyeli bir kadının bebeğinin hastanede kaybedildiğini ve kadının çaresiz kalarak hiçbir şey yapamadığını, kocasından ayrılmak isteyen üç çocuk sahibi genç bir kadının da ailenin erkek üyeleri tarafından öldürmek istendiğini anlatmıştı. Azra kadına yönelik şiddet, namus cinayetleri, çocukların çalıştırılması ve evlendirilmesi gibi benzer problemleri İstanbul’da tanıdığı bir çok ailede gördüğünü bu sebeple burada da çocuklar ve kadınlar için çalışmaya devam etmek istediğini söylemişti. Azra, etrafında kendisi gibi on kadın daha olduğunu ama onlara destek veren kimsenin olmadığını da ekledi. Göçün bir kadın sorunu olduğu ve bu sorunları çözebilmek için birlikte çalışabilecek örgütlü feminist yapılara ihtiyaç olduğu aşikâr. 

Verdiğin örnekler üzerine konuşulacak çok fazla başlık açıyor. Benim ilk dikkatimi çeken annelik meselesi mesela. Göç sürecinde çocukların iyiden iyiye annenin bir uzantısı haline gelmesi. Belki bunu daha sonra boş zaman açısından yine konuşuruz ama ben şimdi çok dağılmadan müziğe gelmek istiyorum. Bu kadınlar müzikle ne şekilde ilgileniyorlar? Karşına çıkan ya da senin çalışmanın merkezine aldığın müzik pratikleri neler? 

Göçmen kadınların müzik pratikleri bireysel icralar ve koro pratikleri olmak üzere iki şekilde açığa çıkıyor. Bireysel icralara birebir görüşmelerle ulaştım ve bu sayede ağıt, ninni ve farklı temalardaki bestelerini kaydettim. Kolektif icra pratikleri ise amatör koro yapılarında hayat buluyor. Araştırma yaptığım dönemde üçü İstanbul’da diğeri Antep’te olmak üzere dört tane koro bulunuyordu. Iraklı Keldani ve Süryani topluluğun inisiyatifi ile kurulan koro kadınların ağırlıkta olduğu bir koro ve her pazar günü ve özel günlerde Gümüşsuyu’ndaki Süryani Katolik Kilisesi’nde ilahiler söylüyordu. Yine karma bir koro olan İstanbul Oryantal Mozaik Korosu “yaşayarak, müzik yoluyla direnmeyi seçtim” diyen kendisi de Suriyeli bir göçmen olan Maisa Alhafez tarafından 2015 yılında kuruldu. “Şarkılarımızı Unutmayacağız” ismiyle ilk konserini veren Suriyeli Kadınlar Korosu, İnsan Kaynaklarını Geliştirme Vakfı Suriyeli Mültecilere Destek Ofisi bünyesinde yine 2015 yılında kuruldu. “Haneen”/Hasret Kadın Korosu ise Suriyeli bir başka göçmen Raja Bennut tarafından Antep’te, 2015 yılında kuruldu. Korolar 8 Mart Dünya Kadınlar Günü, çeşitli film festivalleri, İnsan Hakları Festivali, Hrant Dink Ödülleri gibi özel gün ve etkinliklere katılarak şarkılarını söylediler, sosyal medya aracılığıyla performanslarını paylaştılar. Türkiye ve yurt dışında yayın yapan bazı televizyonların programlarına katıldılar, basına söyleşiler verdiler. Suriyeli Kadınlar Korosu’nun bir albüm çalışması da oldu bu süreçte. Albüm, İKGV Sosyal Uyum Projesi kapsamında ve Kalan Müzik etiketiyle “Komşu Şarkılar” ismiyle basıldı. Göçmen kadınların kamusal ortamda icra yapabilmelerinin ve sahne deneyimi yaşayabilmelerinin aracı oldu bu korolar.

Bunların önemli bir kısmının amatör ya da gelir getirici olmayan etkinlikler olduğunu söyleyebilir miyiz? Ama mutlaka müzikle hayatını kazanan kadınlar da var, bize tanık olduğun bazı örneklerden söz eder misin? Kadınlar için müzikle para kazanmak daha zor mu?

Homs Müzik Enstitüsü ve Şam konservatuarında müzik eğitimi almış kadınla tanıştım. Onların da çok az bir kısmı mesleğini icra ediyordu. Özel okullarda ve göçmen derneklerinde çocuklara piyano, ud gibi enstrüman ve müzik dersleri vererek geçiminlerini kazanıyorlardı. Araştırmam boyunca kadın müzisyenlerin sayısının az olması, kamusal alanda bireysel icralarının yok denecek kadar az olması -örneğin sokakta hiç Suriyeli kadın müzisyen icracıya rastlamadım- dikkatimi çekiyordu. Müzik üzerine eğitim almış, şarkı söyleyen, enstrüman çalan ve beste yapan bu kadınlar bir çok sebepten dolayı icracılıklarını yapamıyorlardı. Onlara bunun sebebini sorduğumda, Suriye’de kadınların icracılığa değil müzik öğretmenliğine teşvik edildiğini söylediler. Bu, müzik öğretmenliğinin mesleki olarak ön plana çıkmasını açıklıyordu ama toplumun muhafazakârlığı ve bazı olanaklardan yoksun olmaları gibi başka sebepler de vardı. Örneğin sokakta çalmayı istemelerine rağmen seslerini duyurmak için gerekli teknik ekipmana sahip olmamaları, evlerinin İstiklal Caddesi’ne uzak olması ve bunun maddi anlamda onları zorlayacak olması gibi sebeplerden dolayı bu deneyimi yaşayamayanlar vardı. Birçok enstrümanı çalan ve şarkı söyleyen bir kadın, sahnede çalıp söylediği için akrabalarının onun hakkında dedikodu çıkarmasından ve çalıştığı kurumda yaşadığı taciz olayından dolayı artık çekindiğini ve olanlardan dolayı sahne ve icracılıktan uzak durduğunu anlatmıştı. Ayrıca eğitmenlik yaptığı kurumda haksızlığa uğradığını düşünüyor ve mesaisinin karşılığını alamamaktan şikayet ediyordu. Tüm bu sebeplerden dolayı kadın müzisyenler erkeklere göre çok daha fazla engelle karşılaşıyor ve onların eriştiği bazı imkânlardan faydalanamıyorlar. 

Enstrüman çalmanın, özellikle de kamusal alanda enstrüman çalmanın -biraz da teknoloji kullanmanın erkeklere yakıştırılmasıyla belki- erkek işi olarak görüldüğüne ve kadınların daha ziyade vokal müziğe yönlendirildiğine dair çok genel bir kanı var. Ne dersin, senin çalıştığın kadınlar için bu böyle mi? 

İcracılık alanına baktığımızda böyle bir genelleme yapmak halâ doğru olabilir ama özellikle son yirmi otuz yıldır kadın enstrümanistlerin sayısının gittikçe arttığı da bir gerçek, çok iyi kadın icracılar yetişiyor artık. Göçmen müzisyen kadınlar üzerinden konuşursam benim tanıştığım kadınların çoğunluğu hem enstrüman çalıyor hem şarkı söylüyordu. Bu tipolojideki müzisyen kimliğinin aslen genç kuşaklar için geçerli olduğunu, bir önceki jenerasyonun ise dediğin gibi ses icracılığı yaptığını söyleyebilirim. 

Kadın korolarından söz ettik, birlikte söylemek güçlendirici bir deneyim mi? Örneğin Suriyeli Kadınlar Korosu’nun üyeleri, yaptığımız bir görüşmede bana koro provalarına gitmenin Suriye’de farklı sınıfsal ve etnik aidiyetleri olan kadınları bir araya getiren ve şarkı söylemenin ötesinde sosyal bir ilişkilenme biçimi olarak da hayatlarını olumlu değiştirdiğinden söz etmişlerdi. Sen çok daha fazla ve derinlemesine görüşmeler yaptın, bu konuda neler anlattılar?

Birlikte şarkı söylemek kesinlikle güçlendirici bir deneyim olarak yaşanıyor, bunu gözlemlerime ve kadınların ifadelerine dayanarak rahatlıkla söyleyebilirim. Göçmen kadınların her biri farklı öznel deneyimlere sahip ama müzik sayesinde ortak duygular üretiyor ve birbirleriyle daha yakın bağ kuruyorlar. Tıpkı Ana Hofman’ın dediği gibi müzik, zaman ve mekânsallıkların ötesine geçen kolektiflerin kurulmasını sağlıyor. Koro pratikleriyle oluşan kolektifliğin toplumsal bağlamda da bir karşılığı, politik bir yanı var şüphesiz. Koroların hepsi böyle bir söylemin içinden konuşuyor. Örneğin, Türkiye toplumu ile entegrasyonu önemsedikleri için sembolik olarak Türkçe bir şarkıya repertuvarlarında mutlaka yer veriyorlar. İstanbul Oryantal Mozaik Korosu kurucusu Maisa Al Hafez bunu “Müziğin şarkı söylemenin nasıl bir tedavi, terapi olacağını biliyorum insanlar için, özellikle savaştan sonra. Entegre halinde olan bir Suriye toplumunu yaratmaya, oluşturmaya ihtiyacımız var” sözleriyle ifade ediyor. Korolara katılan kadınlar verdikleri konserler sayesinde Suriye ve Türkiye toplumu arasında köprü kurduklarını ve Türkiye toplumuna açık fikirli, üretken ve barışçıl insanlar olduklarını gösterdiklerini söylüyorlar. Suriye’nin kültürel çoğulcu yapısına vurgu yapıyorlar bunun için Kürtçe, Ermenice, Süryanice ve Arapça şarkıları birlikte söylüyorlar. Haneen korosundan kadınlar, Suriye’nin tüm yörelerine ait bu halk şarkılarının Suriye için söylenmesi fikrinin onların koroya katılımlarını teşvik ettiğini ve bununla motive olduklarını ifade ediyor. Aynı coğrafyada yaşayan halkların ortak kültürel mirasına vurgu yaparak repertuvarlarındaki bazı şarkıları çok dilli olarak seslendiriyorlar. Kadınlar koroda birlikte şarkı söylemeye yükledikleri bu anlam ve değerle söylüyorlar şarkılarını ve bundan da mutlu olduklarını ifade ediyorlar. Onları bir araya getiren bu ortak duygularla koro, yuvalarıyla kurdukları bağın ve hasretin sembolü haline geliyor.

Annelik meselesine burada dönersek, bana yine o toplu görüşmede, dışarıda çalışmasalar bile ev işleri ve çocukları okula götürüp getirmek (güvenlik kaygıları nedeniyle çocuklarını kendileri okula götürüp alıyorlardı) gibi sorumlulukların vakitlerini nasıl aldığından söz etmişlerdi. Bir başka kadın atölyesinde de şarkı söylemeyi çok seven iki genç kıza neden koroya katılmadıklarını sorduğumda, teksil atölyesinde haftada 6 gün, günde 12 saat çalıştıklarını söylediklerinde sorumun yersizliğinden ne kadar utandığımı hatırlıyorum. Koroya katılan kadınlar bu konuda neler anlatıyorlar? Koroya kimler gelebiliyor ya da bu bir özel çaba gerektiriyor mu?

Suriyeli Kadınlar Korosu’ndan kadınlarla buluşmamızda bir günlerini nasıl geçirdiklerini sormuştum. “Kahvaltı yapıp evi temizliyoruz. Şu ara biraz Kur’an dinliyoruz, öğleden sonra yemek hazırlıyoruz, eşimiz geliyor yemek yiyor, akşam kafayı vurup uyuyoruz”, “sabah uyanıyorum ‘gel benle kahve iç’ mesajını bekliyorum. Sonra gidip komşularımı geziyor, kahvemi içip tekrar evime geliyorum”, “Suriye’de savaş zamanı bile çocuklar yine kendi gidip geliyordu okula. Füzeler düşüyordu yine de kendileri gidip geliyordu. Burada hayatımızı yolda geçiriyoruz. Sabah bir çocuğu götürüyor, sonra ötekini getiriyoruz. Onu getir bunu götürle uğraşıyoruz yani başka bişey yok” diye anlatmışlardı. Kadınların bu süreçte hayata tutunma noktasında en büyük destekçileri çocukları. “Sevdiklerimizi, her şeyimiz kaybettik ama çocuklarımız bizimle” diyerek onların varlığına şükür ediyorlar. Kadınların çocuklarının yanı sıra kocalarına ve ailenin diğer üyelerine bakmak, ev temizliği ve yemek yapmak gibi tüm hayatlarını kaplayan işleri ve sorumlulukları var. Koroya eğer ailesinden gelen bir itiraz yoksa ev işlerinden vakit bulabilenler ve şarkı söylemeyi sevenler katılıyor ama bu başlangıçta hiç de kolay olmuyor. İnsan Kaynaklarını Geliştirme Vakfı Suriyeli Mültecilere Destek Ofisi’nden Nilgün, kocalarının merkezle ilişki kurmaya başladıktan ve güvendikten sonra kadınların hareket alanlarının rahatladığını aktarmıştı. Suriyeli Kadınlar Korosu’ndan başka bir kadın da çocuklarının ‘anne bu yaşa geldin gidip müzik derslerine katılıyorsun’ demesi üzerine ‘çok mu ayıp, gidiyorum çünkü mutlu oluyorum’ diye cevap verdiğini söylemişti. Çaba göstermeden olmuyor maalesef. 

Peki dışarıdan göremediğimiz, belki aralarındaki ayrımları açığa çıkaran yönleri de var mı bu koro deneyimlerinin? 

Her bir araya geliş, her temas bir karşılaşma aynı zamanda. Bu olumlu veya olumsuz anlamda yaşanabiliyor. Benim tanık olduğum şöyle bir olay olmuştu. Süryani ve Keldani kadınlarla kilisenin salonunda sohbet etmiş, bir sonraki hafta tekrar buluşmak için sözleşmiştik. Bu buluşmamızda bana geleneksel repertuvarlarından bildikleri şarkıları söyleyeceklerdi, böyle kararlaştırarak ayrılmıştık. Düğünde kınada söylenenler, ninniler… Aradan iki hafta geçince kadınlarla irtibat kurmamı sağlayan kişiye ne zaman buluşabiliyoruz diye sorduğumda, koronun çalıştırıcısının kadınların ilahi dışında söylemelerine izin vermediğini söylemişti. Sonradan öğrendim ki sadece çalıştırıcı değil kadınlar arasında da ilahi dışında söylemeye muhalefet edenler olmuş ortalık biraz karışmıştı, o görüşme gerçekleşemedi. 

Bu süreç karşılaşma hikâyeleriyle dolu. Doğal olarak da bazı fikir ve tavırların değişmesini beraberinde getiriyor. Suriye Kadınlar Korosu’ndan bazı kadınlar başlangıçta erkek tercümanın yanında şarkı söylemek istemiyor mesela. Erkek müzisyenler onlara eşlik etmek için geldiğinde de aynı tavrı gösterenler oluyor ama sonra kabul ediyorlar. Kadınlardan bazılarının “aslında bizim için sorun olmaz ama eşlerimiz buna sıkıntı çıkarabilir, eğer yapacaksak da sadece kadınlar dinlesin bizi” dedikleri için koro ilk konserini yalnız kadın dinleyicilere veriyor. Sonra karma seyirciye de vermeye başlıyorlar. Kadınlar birbirlerine yakınlaştıkça öz güvenleri artıyor ve ailelerini dönüştürebiliyor ama bu her zaman mümkün olmuyor. Suriye Kadınlar Korosu’ndaki kadınlardan biri ilk konserden sonra kocası istemediği için koroyu bırakmak zorunda kaldığı şöyle ifade etmişti: “Böyle düşünmemiştik aydınlatma, projektör, sahne olması. Benim eşim böyle şeyleri pek kabullenmez. Ben çok mutluyum çok seviyorum böyle ortamları ama sadece eşim istemediği için bırakıyorum koroyu”.

Biz müzik pratiklerini genellikle icra ve besteleme gibi düşünüyoruz. Oysa müzik dinlemenin kendisi de son dönemde üzerine daha fazla düşünülmeye başlanmış bir başka ve pek ala aktif biçimde gerçekleşen bir müziksel pratik. Fazla genelleme olacak belki ama görüştüğün kadınların kesişen, ortaklaşan belli dinleme tercihleri var mı?

Görüşmelerin birinde Helîn, Qumrîkê isimli Kürtçe bir şarkıyı söyledikten sonra kadınlardan biri “ben Halep’teyken Kürt bir taksi şoförü ile çıktığımda bazen Kürtçe şarkılar dinliyordu, gözyaşlarım akardı, Kürtçe bilmememe rağmen hüzünlü bir şey hissediyordum” diyerek hatırladığı bir anısını paylaşmış ardından da “bizim için Arapça bir şarkı söyler misin, Sabah Fakhri’nin olsun” diyerek istekte bulunmuştu. Bunun üzerine Helîn küçükken ezberledim dediği Sabah Fakhri’nin bazı şarkılarını söyledi. Helîn’in o gün verdiği mini konserde Arapça şarkılara kadınların neredeyse hepsi eşlik etmiş Kürtçe şarkıları ise sadece Kürt kadınlar söyleyebilmişti. Kadınlara kimleri dinlediklerini sorduğumda Sabah Fakhri, Feyruz, Muhammed Abdülvahab, Ümmü Gülsüm, Aram Tîgran, Mihemed Şêxo, Samira Tewfik, Abdülhalim Hâfız, Ferid el-Atraş, Marcel Khalife ve Souad Massi öne çıkan isimlerdi. Ama dediğim gibi Arap şarkıcılar ve Arapça şarkıları hemen hemen hepsi tanıyor ama Kürt şarkıcılar ve Kürtçe şarkıları sadece Kürt kadınlar biliyordu. Dinleme tercihleri olarak düşündüğümüzde Arapça şarkıların herkes için ortak bir repertuvara ve duygu dünyasına denk geldiği söylenebilir. Suriye toplumunun nasıl yönetildiği ve toplumsal yapısı göz önüne alındığında bu dinleme tercihlerinin nasıl şekillendiğine dair ip uçları bulunabilir. Bu bağlamda şaşırtıcı olmayacak bir şekilde Arapçanın hakimiyetinin göçle transfer olduğunu da gözlemleyebiliyoruz. Örneğin koroların çok dilliliği yansıtma gibi bir derdi olsa da repertuvarları aslen Arapça şarkılardan oluşuyor, diğer diller sembolik düzeyde temsil ediliyor. Yine, göçün başladığı 2011 yılından bu yana geçen dokuz sene boyunca Türkiye toplumunun hafızasında yer eden ve Suriye’yi sembolize eden şarkıların “Mawtini”, “Nassam Aleyna Al-Hawa”, “Meryem Meryemte” ve “Bint el-Şelebiyye” gibi Arapça şarkılar olduğu görülüyor. 

Ortaklaşan dinleme tercihleri diye düşündüğümde Suriyelilerin sabah kahve içme ritüelleri de aklıma geliyor. Bu konuda Suriyelilerin hem fikir olduğunu biliyorum. Feyruz’a olan hayranlık ve sevgiye neredeyse bütün görüşmelerde şahit oluyordum. “Neden bu kadar çok seviliyor Feyruz, özel bir şarkısı var mı çok sevdiğiniz” diye sorduğumda beklediğim gibi “hepsi” cevabını almıştım. Kadınlardan biri şöyle demişti: “Ben değil herkes böyle zaten. Sabahları sesi çok güzel geliyor. Tüm Suriye’de bilinen bir şeydir bu, Feyruz sabah söyleyecek. Melek sesli diyorlar ona, sabahın bülbülü. Yani sabah bir kahve içiyorsan ve yanında Feyruz dinlemiyorsan demektir ki sen kahve içmiyorsun. Sabahları Feyruz dinleyeceksin yani bu tartışmasız bir şeydir”. Başka bir kadın, “Feyruz küçükler, büyükler, dört mevsim, aşk için ne istersen var” dedi. Bir diğeri de “ne zaman dinlesen insanın sinirleri yatışıyor. Siz bizim hissettiğimizi ne kadar söylesek de hissedemezsiniz” diyerek Suriyeli olmayan bizlere hiçbir şans bırakmamıştı. Sabahın bülbülü Feyruz’un sihri konusunda herkes hem fikirdi. Bu durumda Ümmü Gülsüm’ü sormadan edemezdim. Ümmü Gülsüm için de “sesinde gecenin sükûneti var” demişlerdi.

Son olarak müzisyen kimliğini de düşünecek olursak, senin göçmen kadınlarla birlikte icra çalışmaların da oldu, biraz bunlardan da bahseder misin? 

Caritas’ta, Şubat-Mart 2015 döneminde yürüttüğüm müzik atölyelerine Afrika ülkelerinden, Irak ve Suriye’den gelen kadınlar katıldı. Hep birlikte şarkılar öğrenip müzik yaptığımız bu atölyelerde Iraklı kadınlar kendi kültürlerinden şarkılar söylediler, Afrika ülkelerinden gelen kadınlar yerel danslarını icra ettiler. Bu çalışmaların sonucunda, diğer göçmen kadınların izleyici olarak katıldığı 8 Mart Dünya Kadınlar Günü etkinliği için bir performans hazırladık. 

Boğaziçi Üniversitesi Folklor Kulübü’nden, Boğaziçi Üniversitesi Kadın Araştırmaları Kulübü’nden kadınlar ve göçmen kadınlarla birlikte 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü ve 8 Mart Dünya Kadınlar Günü etkinlikleri çerçevesince söyleşi, dinleti ve konser hazırladık. “Kadınlar Barış İçin Söylüyor” isimli dinletide Kürtçe, Arapça, Ermenice, Rumca ve Türkçe şarkılardan oluşan çok dilli bir repertuvar Suriye ve Yunanistan’dan gelen göçmen müzisyen kadınlarla birlikte icra edildi. Bu dinletide söylenen şarkılardan “Nassam Aleyna Al-Hawa”/ Rüzgar Hafifçe Üzerimize Esti isimli Arapça şarkı, Boğaziçi Üniversitesi Folklor Kulübü tarafından “Büfk Barış için Şarkı Söylüyor” video serisinde yayımlandı. 2016 yılının 8 Mart Dünya Kadınlar Günü haftası için hazırladığımız konserde de yine göçmen kadınlarla birlikte kadın ağzı şarkılardan oluşan, kültürel çoğulculuğu yansıtan ve toplumsal barış mesajı taşıyan bir repertuvarı seslendirdik.