Bir şarkıyı bir diğer bağlama tercüme etmek ya da kuran kursunda Çav Bela

Bir süredir üzerine düşündüğüm, teorik olarak tartışmaya hazırlık yaptığım bir konu var: Bir şarkının başka bir bağlama taşınması ya da tercüme edilmesi. Bugün tekrar karşılaştığım bir örneği paylaşmadan, aklımdaki bir iki dağınık düşünceyi şuraya not edeyim:

Bu tür tercümeler için aklımıza gelen ilk örnekler politik, “protest” şarkılar. Kolektif hafızaya referans vererek, politik bir mücadelenin sembolü haline gelmiş bir marşı ya da halk ezgisini, bugünün tarihselliği içinde, yeni bir politik bağlama tercüme etmenin örnekleri yani. Bugünün sözünü bir diğer politik bağlam, tarihsellik ya da coğrafya ile söyleşerek kurmak, aynı zamanda mücadelenin ne bugünle ne de bu coğrafyayla sınırlı olduğunu hatırlatıyor; bir sürekliliğe ve enternasyonalizme işaret ediyor. Bu aynı zamanda muhalifin, iktidarın yalnızlaştırıcı siyasetine karşı bir ayakta kalma, güç bulma, devam etme stratejisi gibi.

Örnekler muhtelif, en yakınımızdaki örnekler Bandista’dan mesela. Bu tercümeleri çokça kullanan bir Ortadoğulu kadın şarkıcı da bugünlerde çokça dinlediğim Emel Mathlouthi (Meslusi). Meslusi’nin Naci en Palestina‘sı (Filistin’de Doğdum), Tony Gatlif’in Vengo  filminden bildiğimiz, çingenelerin yersiz yurtsuzluğunu anlatan bir şarkıya, Naci en Alamo‘ya gönderme yapıyor. Meslusi, zorla yerinden edilen bir halkın trajedisini tarif etmek için bazı eklemelerle  söylüyor şarkıyı.

Hem Bandista’nın hem Meslusi’nin yeniden söyledikleri bir ezgiyse 1968’den Katalan besteci Lluís Llach tarafından bestelenen L’estaca‘nın ezgisi. Meslusi’nin söylediği haliyle Dima Dima, bildiğim kadarıyla Yasser Jradi’nin şarkısı. Şurda birlikte söyledikleri tatlı bir kayıt var:

Bandista’nın Ki Buradayız Hala‘sı ise benim favorim:

Bu şarkı daha nice mücadelelerde söylendi. Sonbahar’da katıldığım bir protest şarkı sempozyumundaki sunumlardan birinin konusu aynı şarkının İtalya’dan bir versiyondu örneğin ve söyleşi bittiğinde Yunanistan’dan bir katılımcı kendi dilindeki versiyondan bahsediyordu.

Ancak “versiyon” derken, asla bunların “aynı şarkının çeşitlemeleri” olduğunu kastetmiyorum. Her bir tercümenin sadece sözleri değil, tüm bir bağlamı yeniden kurduğunun, asla basitçe bir şarkının başka bir dilde söylenmesi olarak düşünülemeyeceğinin altını çizmek gerek. Kaldı ki bir şarkı, yeni sözlerle, tamamen farklı, hatta çatışmalı bir politik bağlam tarafından da tercüme edilebilir. Bunun şuursuz -ya da “talihsiz”- bir örneği olarak, ülkücü harekete mal olmuş Çırpınırdı Karadeniz‘in Sayat Nova’ya atfedilen bir Ermeni ezgisine dayandığını hatırlayalım.

Diğer yandan, bir tercüme, bilinçli olarak şarkının önceki versiyonunun yaptığı politik göndermeyi tersine çevirmeyi hedefleyebilir. Bu noktada, şarkının bir önceki ya da orijinal (öyle bir şey varsa) sözlerinin en az kopya edilen ezgi kadar belirleyici olduğunu da akılda tutmak gerek. Zira yeni bağlam içinde yazılan sözler, ancak bir öncekilerle (onları “düzelterek”, belli bir konudaki vurguyu yükselterek, olumsuzlayarak, hatırlatarak, tartışarak vs.) söyleşerek yazılabilir.

Son olarak, çalgı seçiminden kullanılan altyapıya, zenginleştirilmiş ya da basitleştirilmiş armoniye, tercih edilen vokal stile kadar bir dizi müziksel öğe de bu tercümenin bir parçasıdır.

Konuyu bu kadar uzatmama sebep olan örneğe sonunda geleyim. Ara ara sosyal medyada dolaşan bir Bella Ciao (Çav Bela) videosu var. Bizim bildiğimiz haliyle 1940’ların başında İtalya’da anti-faşist mücadelenin içinden çıkan şarkı (ki aslında o da bir halk şarkısına dayanıyor!), Türkiye’de Grup yorum tarafından söylenen versiyonuyla sol hareketin hemen her kesimince benimsenmiş durumda. Dünyanın her yerinde, onlarca dilde söylenen şarkıyı Bandista da yeni sözler yazarak söylemişti.

Biraz internet araştırmasıyla bulabildiğim tüm dillerdeki versiyonların benzer politik bağlamlara işaret ettiği görünüyor (mutlaka istisnalar çıkar). Bu versiyondaysa Çav Bela tamamen farklı bir bağlama taşınmış. Aynı şekilde Çav Bela ezgisiyle söylenen bir Galatasaray tezahüratı da sadece şarkının coşkusunu devralmıştı. Bu örnekse, tezahürattan farklı olarak, doğrudan şarkının Türkçe versiyonundaki (yaygın versiyon) sözler üzerine kurulmuş ama onları İslami bir bağlama taşımış: İşte bir sabah [namaza durdum] / Elleri bağ[ladım, durdum kıyama] /Hertaraf [huşu altında] /Beni de götür[ün dergahınıza] /Dayanamam tutsaklığa.

Türkiye’de güçlü bir damar olarak var olmuş ve kendi piyasasını kurmuş olan İslami protest müziği biraz çalışmak başka örnekleri de görmemizi sağlayabilir. Bu örnek bana, “muhalefet”, “özgürlük” vb. kavramların kendi mücadele bağlamımızdan daha geniş bir toplumsal alanda karşılık bulduğunu ve kavramlara atfedilen anlamların çoklu ve çatışmalı olabileceğini göz önüne almak gerektiğini hatırlatıyor.

“Kadından şef” olmak ya da yürü be Alondra, yürü be Nisan!

5 Harfliler bu sabaha, Alondra de la Parra’nın yönettiği bir kaydı paylaşarak büyülü bir başlangıç yapmış. Parra, kayıtta Arturo Marquez’in bir müziğini yönetiyor, yaptığı işten çok mutlu görünüyor, yönetirken adeta dans ediyor, kendinden de çok emin… İzlerken etkilendim ama “elbette” bir müzikolog olarak bu kayıt beni kesmedi! Hemen youtube’dan Parra’nın “ciddi müzik” yönettiği bi kaydı bulup kendisini bir teste tabii tutmak istedim: Dvorak Sekiz de yönetmiş, hmm “daha iyisi” var, Mahler!
Tam da bu rezil halden kurtulmam o sırada gerçekleşti! Bu kadın o Mahler’i yönetmeden önce kim bilir neler yaşadı? İlk temsilini düşünmek bile karnımda ağrılar yaratıyor.. Klasik müzik dünyası (biz ona tam öyle demiyoruz ama kolaylık olsun) öyle bir yer ki genç bir erkek şef de ilk kez sahnede Mahler yönetmeden önce fenalıklar geçirebilir. Ama bir feminist müzikoloğun bile kendisini yukarıdaki reflekslerle “değerlendirdiği” bir dünyada “kadın şef” olarak “kendini kanıtlamak” zorunda olmak kim bilir nasıl bir şeydir! Bu arada, kadın bir de Meksikalı..
Sonra aklıma bir Türkiyeli kadın orkestra şefliği öğrencisi Nisan’ın, yurtdışında sürdürdüğü eğitime destek aramak için yayınladığı video geldi:https://www.indiegogo.com/…/a-turkish-woman-orchestra-condu…
Bu video ilk dolaşıma girdiğinde bazı erkek müzisyen arkadaşlar, “konunun kadınlıkla ne ilgisi olduğunu” anlamamışlardı! O zaman, bir kadının erkeklere özel olduğu varsayılan yaratıcılık alanına girmesinin (ki klasik müzik geleneği içinde şeflik kuşkusuz o alanın bir parçasıdır), o alanda varlık gösterebilmesinin, hele ki başarılı olabilmesinin bir dizi toplumsal engel, ön yargı, psikolojik baskı vs. ile mücadele etmeyi de beraberinde getirdiğini “bir kez daha” anlatma mecalini bulamamış olduğum için üzgünüm. Kaldı ki burada bahsi geçen müzik geleneği, tüm kurumsallaşmasını ideal, “dahi” erkekler üzerinden gerçekleştirmiş, sadece cinsiyetçi değil aynı zamanda korkunç avrupa merkeziyetçi (bkz. “ciddi müzik”, “daha iyisi”), hiyerarşik ve sınıfsal olarak belirlenmiş bir gelenek.
Öncelikle her fırsatta o tartışmaya girmediğim için ama daha çok o dünyanın benim de beynimi bunca bulandırmasına izin verdiğim için üzgünüm. Yürü be Alondra, yürü be Nisan!