Gençlik ve Değişen Müzik Tercihleri

CHIEF MSGSÜ ekibi, “Gençlik Üzerine Söyleşiler” serisine devam ediyor. İkinci bölüm; “Gençlik ve Değişen Müzik Tercihleri” başlığı ile proje ekibinden Saim Buğra Kurban’ın moderatörlüğünde, Doç. Dr. Evrim Hikmet Öğüt (MSGSÜ), Doç. Dr. Abdurrahman Tarikçi (MGÜ) ve Dr. Öğr. Üyesi Mustafa Avcı (Altınbaş Üniversitesi) katılımlarıyla gerçekleştirildi.

Göçmenin Müziği, Müziğin Göçü- Belma Oğlu Kurtişoğlu

Göçmenin Müziği, Müziğin Göçü’nde etnomüzikolog Belma Oğul Kurtişoğlu’yla Boşnak müziğini ve göçü konuştuğumuz 10 Nisan tarihli program şimdi sitede! Linkten dinlenebilir ve podcast olarak indirilebilir.

http://acikradyo.com.tr/podcast/207132

Programın şu ana kadar yayınlanmış 12 bölümü kayıt arşivinde:

http://acikradyo.com.tr/program/196924/kayit-arsivi

Göçmenin Müziği Müziğin Göçü- Rebetiko- Haris Rigas, Güneş Demir

Göçmenin Müziği Müziğin Göçü’nde Haris Rigas ve Güneş Demir’le geçmişi ve bugünüyle rebetikoyu konuştuğumuz 13 Şubat tarihli programın kaydı linkten dinlenebilir ve podcast olarak indirilebilir.

http://acikradyo.com.tr/podcast/202437

Yararlı Sanat Arşivi-Doğu Batı Divanı Orkestrası

Açık Radyo’da Onur Yıldız’ın hazırladığı Yararlı Sanat Arşivi’nde Edward Said ve Daniel Barenboim’in kurduğu Doğu Batı Divanı Orkestrası’nı ve sanatın çatışma ortamlarında üstlenebileceği toplumsal ve siyasal rolleri konuştuk.

http://acikradyo.com.tr/podcast/201939

Sessel Ütopyalar

Ali Miharbi
Deniz Güngören

Tuna Pase

Ulaş Özdemir

Volkan İncüvez

Küratör: Evrim Hikmet Öğüt

Bu yıl “Ütopyalar” temasıyla yola çıkan ARTİST 2017 / 27. İstanbul Sanat Fuarı, ütopyaları tarihsel, kavramsal ve güncel olmak üzere üç ana başlık altında ele alıyor. Sergiler, konserler, performanslar, tartışmalar, atölyeler, gösterimler ve yayınlarla, ütopyaları keşfe çıkıyor.

Sessel Ütopyalar sergisinde Ütopya kavramını müzik ve ses evreni açısından ele alan etnomüzikolog Evrim Hikmet Öğüt, bir yandan konvansiyonel olmayan müzik üretim biçim, ortam ve ilişkilerini sorunsallaştırırken; öte yandan tarih boyunca başka anlam dünyalarına açılan ütopya fikirlerinin müziksel ifadelerine kulak vermeye çağırıyor.

Çağdaş besteciler Tuna Pase ve Deniz Güngören tarafından ütopya fikri çevresinde tasarlanan 2 ses kompozisyonu, Tüyap-Ütopya bu sergi için üretilmiş ses kubbeleri aracılığıyla sergi alanına yayılmış olarak sergilenecek; bir anlamda ses heykelleri oluşturacak. 

Sergi kapsamında gerçekleşecek müzik performanslarından biri, yeni tını arayışlarını örneklerken, bunların mutlaka yüksek teknoloji ürünü olmak zorunda olmadığını hatırlatıyor. Volkan İncüvez’in ney, vokal, perdesiz gitar, elektro gitar ve çağlama enstrümanlarının kullanıldığı tek kişilik canlı loop performansı “Hep Yek”, 2014 yılında kaybettiğimiz müzisyen Ömür Kılıçaslan’ın icat ettiği ve Kılıçaslan’ın ölümünden bugüne üretimi ve kullanımı devam eden çağlamayı tanıtacak.

Etnomüzikolog ve müzisyen Ulaş Özdemir’in gerçekleştireceği “Hakikat Balını Tadanlar” başlıklı söyleşili konser ise Hakikatçi Aşıklar örneği üzerinden müzik aracılığıyla dile gelen ütopyaları sergi alanına taşıyor.

Sanatçı Ali Miharbi’nin ses üretiminin temel malzemesi havaya dikkat çektiği Fısıltı II adlı işi, özgün bir dinleme deneyimi sunuyor.

Ayrıca, sergi kapsamında, Evrim Hikmet Öğüt, Tuna Pase ve Mustafa Avci Sessel Ütopyalar başlıklı bir söyleşi gerçekleştirecekler.

 

Tarih Boyunca Sanat Destekçiliği

Andante‘de yayınlandı, Eylül 2016.

andante-eylul-2016

Geçen aylarda, söze Zorlu Performans Sanatları Merkezi’nde gerçekleşen Joshua Bell konserinden girip, klasik müziğin popülerleşmesinden, klasik-popüler müzik ilişkisine doğru yol almıştım. Bu kez, yine aynı konserin düşündürdüklerinden hareketle, klasik müzik/sanat ve patronaj ilişkisinin tarihçesine kısaca göz gezdirmek niyetindeyim.

Joshua Bell’in 15 Mayıs tarihli konseri, Zorlu PSM’deki onlarca örnekten biri olarak, son derece pahalı biletler, özensizce hazırlanmış (çalınacak yapıtlar hakkında, adları dışında hiçbir bilgi içermeyen), reklam kokan bir konser broşürü ve büyük kısmı dinleme tercihlerinin konser bilet fiyatlarının pahalılığı olduğunu düşündüren dinleyici kitlesiydi. Oysa ben bir müzikolog olarak bu konsere ancak şans eseri, bir yakınımın davetiyle gidebilmiştim ve öyle sanıyorum ki pek az konservatuvar öğrencisi konseri dinleyebildi.

Bu tabloyu var eden koşullar, bugün klasik müzik üretiminin kapitalizmin meta üretme süreçlerinden farklı işlemiyor olmasından kaynaklanıyor. Peki geçtiğimiz yüzyıllar boyunca tablo nasıldı? 

Güç İlişkilerinin Sanat Üretimine Etkisi

Ekonomik ve siyasi güç ilişkileri tarih boyunca sanatçının üretiminde belirleyici rol oynarken, kilise, aristokrasi, burjuva ve modern devlet sırasıyla sahnede yerlerini alırlar.

Sanat üretiminin belirli bir refah düzeyinin, sanata ayrılacak maddi kaynağın ve boş zamanın var olabildiği toplumlarda yeşerdiğini düşünecek olursak, Antik Yunan tiyatrosunun gelişimi, köleci toplum düzeninden ayrı düşünülemez. Aynı şekilde Rönesans İtalya’sında tüm sanat türleri, dönemin şehir devletlerinde siyasi, ekonomik ve kültürel yaşama hakim olan büyük tüccar ailelerin desteği ile serpilebilmiş; keza, bugün “yüksek sanatın” en belirgin örneklerinden biri olarak görülen opera türünün ilk örneği de bu ailenin bir üyesi olan Maria de Medici ile Fransız Kralı IV. Henry’nin Floransa’daki düğün törenleri için eğlence müziği olarak bestelenmiştir.

  1. ve 18. yüzyıllar boyunca sanat üretimi soylu sınıfın, kilisenin ve giderek burjuvazinin desteğiyle gerçekleşirken, sanat ürünleri büyük ölçüde sipariş üzerine üretilmekteydi. Elbette böylesi bir ortamda sanatçı, yaşamını sürdürebilmek için egemen sınıfların beklentilerini karşılamak durumundadır; bu beklentilerin dışına çıkabildiği durumlar ancak istisnai olabilir. Sanatçının bu patronaj sisteminden bağımsızlaşması ancak kapitalizmin gelişmesi ile gerçekleşir. Gelişip serpilen bir kentli sınıfın ve kent yaşamının kültürel zenginliği sanatçının ürününü sunabileceği yeni bir pazar yaratır. Örneğin bir 19. yüzyıl bestecisi, eserlerinin telif hakkı için bir ya da birkaç edisyon şirketine satabilmekte, kendi konserlerinin organizasyonunu yaparak bilet gelirinde pay sahibi olabilmekte ve özel dersler vererek yaşamını sürdürebilmekteydi.

Bu imkanlara sahip bir 19. yüzyıl sanatçısının, 18. yüzyılda saraya bağlı olarak çalışan sanatçıya oranla, yaratıcılığa daha fazla alan bulduğu söylenebilirse de gerçek bir özgürlükten söz etmek zordur. Çünkü, ürününü daha geniş bir pazara sunma imkanı bulan sanatçı, tek bir patrona bağlı olarak çalıştığı patronaj sisteminden özgürleştiğinde, bu kez de kendini piyasanın gerek ve dayatmalarıyla sarmalanmış durumda bulmuş olur.

Pierre Bourdieu, 19. yüzyılın ikinci yarısında sanatçının, dev servetlere sahip, ancak kültür birikiminden yoksun sanayici ve tüccarlara, önceki dönemlerden farklı bir biçimde bağımlı olduğunu ileri sürer. Bu bağımlılık iki araçla gerçekleşir: Birincisi, sanatçı üzerinde dolaylı olarak etkili olan piyasa ilişkileridir (örneğin yazarlar için satış rakamları ve sanatçıya sağlanması olası gazetecilik, yayıncılık gibi yeni iş olanaklarına ulaşma imkanı). Diğeri ise burjuva ev sahiplerinin düzenlediği salon toplantıları aracılığıyla, sanatçılar ve yüksek sosyetenin kimi kesimleri arasında kurulan kalıcı ilişkilerdir. Bu salonlar, karşılıklı alışverişler aracılığıyla sanatçı ve ekonomik seçkinler arasında yaşam biçimleri ve değerler sistemi açısından bir ortaklık oluşturur; siyasi iktidar sahipleri bu toplantılar aracılığıyla kendi dünya görüşlerini sanatçıya benimsetmeyi amaçlamaktadır.[1] 

Günümüzde Sanat Destekçileri

Özellikle yirminci yüzyılın modernist sanat akımları içinde sanatçıyı kuşatan bu ilişkileri dışlayan çok sayıda sanatsal girişimin varlığı göz ardı edilmemeli. Diğer yandan, bu girişimlerin büyük bir kısmı, gecikmeli de olsa, yine bir biçimde sanat piyasası tarafından içerilmiş durumdadır ve kimi öncü çalışmalar, bugün milyon dolarlık parçalar olarak koleksiyonlarda yerini almıştır.

Hem piyasa koşullarının hem de maddi destekçilerin önemli rol oynadığı günümüz sanat piyasasında bir ressam, ürününü menajerler, eleştirmenler, galeriler, koleksiyoncular gibi aracıların oluşturduğu bir ağın dışında kalarak sergileme imkanı bulamaz. Hatta sanat eleştirmeni, küratör, galeri sahibi ve koleksiyoner gibi aktörler, hangi türde sanat yapıtlarının sergileneceğine, hangilerinin makbul olduğuna karar vererek, daha üretim aşamasında, sanatçının yaratıcılığı üzerinde etki oluşturabilirler. Elbette, benzer piyasa koşulları yazarlar, müzisyenler ve sanatın diğer alanlarında ürün veren pek çok sanatçı için de geçerlidir.

Günümüzde sanatın başlıca maddi destekçileri büyük şirketler ve devlettir. Modern devletin kuruluşu, sanatın desteklenmesinin devlet tarafından, kültür politikalarına bağlı olarak, kurumsal bir biçimde yürütülmesini beraberinde getirir. Devlet, sanatçılara yönelik doğrudan ödeneklerin yanı sıra, müzeler, galeriler, festivaller, devlet tiyatro ve müzik kurumları gibi bir dizi araçla sanatın üretimine katkıda bulunur. Devletin sanata katkısı, yüksek kültürün tanıtımı, ulusal geleneklerin ve endüstrinin sürdürülmesi çerçevesinde gerçekleşmektedir.[2]

1980’li yıllardan itibaren güçlenen serbest piyasa ekonomisinin etkisiyle sosyal devlet küçülür ve özelleştirmeler hız kazanırken, sanat destekçiliğinin büyük ölçüde şirketlerin hakimiyetine geçmiş olduğu söylenebilir. Şirketlerin, müze, sergi, festival ya da senfoni orkestrası gibi kurum ve organizasyonlara verdiği destek bir tür ticari girişim görünümündedir. Şirket bu kurumlara verdiği maddi desteği reklam ve prestij kaynağı olarak görürken, yapılacak sanatsal etkinliğinin içeriğinde belirleyici olmayı da talep edebilir.

Asıl olarak bu şirketler, sanatsal ve kültürel etkinliklere destek verdiklerinde, belirli ölçüde vergi muafiyetine hak kazanmaktadırlar. Böylece bu kurumlar devlete ödenecek olan vergiden muaf tutularak, bizzat devlet tarafından sanat destekçiliğine özendirilmekte; diğer bir deyişle devlet, sanat destekçiliği rolünü özel sektöre aktarmaktadır. Bu bakımdan, Türkiye’deki güncel klasik müzik üretiminde açıkça görebildiğimiz gibi, maddi kaynağı belli ölçüde devlet tarafından karşılanıyor olsa da, son on yıllarda sanatsal üretimi şekillendiren başlıca unsurun devlet değil, özel sektör olduğunu söyleyebiliriz.[3]

[1] Bourdieu, P. (2006). Sanatın Kuralları. (Çev. Necmettin Kâmil Sevil). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

[2] Smith, P. (2007). Kültürel Kuram. (Çev. S. Güzelsarı ve İ. Gündoğdu). İstanbul: Babil Yayınları.

[3] Wu, C. (2005). Kültürün Özelleştirilmesi. (Çev. E. Soğancılar). İstanbul: İletişim Yayınları.

https://muziktekalmaz.files.wordpress.com/2016/11/andante-eylul-2016.pdf

Alevi müziğinin yeni kuşak zakirleri

kimlik-289x414

Gazete Duvar‘da yayınlandı, 6 Kasım 2016.

http://www.gazeteduvar.com.tr/kultur-sanat/2016/11/06/alevi-muziginin-yeni-kusak-zakirleri/

Ulaş Özdemir, solo çalışmalarının yanı sıra, Alevi-Bektaşi, Oksitanya ve İran müzik gelenekleri arasında bir köprü kuran Forabandit projesiyle de son yıllarda adından çokça söz ettiren bir icracı, besteci ve etnomüzikolog. Alevi müzik kültürünün çeşitli veçhelerini icracı ve akademisyen olarak ele alan Özdemir, hem geleneğin içinden gelen bir müzisyen olarak güçlü bir kavrayışa sahip olması hem de çalışma alanına sağlam bir eleştirel bakışla yaklaşması açısından dikkat çeken bir isim.

Özdemir’in söyleşilerine katılanlar, bir öykü anlatıcısıyla, bir tarihçiyle, icra ettiği geleneği çok iyi tanıyan bir icracıyla ve alana eleştirel bir mesafeden bakabilen bir sosyal bilimciyle karşılaşıyorlar.

Özdemir’le, geçtiğimiz hafta Kolektif Kitap’tan yayınlanan ve İstanbul’daki çok sayıda cemevinde gerçekleştirdiği uzun süreli alan çalışmasının ürünü olan kitabı “Kimlik, Ritüel, Müzik İcrası: İstanbul Cemevlerinde Zakirlik Hizmeti” üzerine konuştuk.

Kültürün içinden gelen bir icracı olarak Alevi müziğiyle derin bir ilişkin olduğu, bu ilişkinin akademik çalışmalarına da yansıdığı muhakkak. Pekiyi neden zakirler üzerine çalışmayı tercih ettin, başlarken aklında ne gibi sorular vardı?

Bir genç kuşak var, çok meraklı olarak zakirlikle ilgileniyor ve Alevi müziği icrasını bir görev olarak, kutsal bir hizmet olarak yapma sevdalısı. Çok sık olarak gençlerde bağlama çalan, söyleyen Alevi müziğiyle ilgilenen gençlerden “ben zakir olmak istiyorum” sözlerini duymaya başladım. Ben hiçbir zaman çalıp söylerken ben zakir olmak istiyorum dememiştim. Ama çok çeşitli kurumlarda yirmili yaşlardaki daha yeni bağlama çalmaya başlayan gençlerde ya da yeni yeni cemevlerinde hizmet yapmaya başlayan gençlerde zakirliğe karşı bir alaka görmeye başladım. Bu durum beni çok ilgilendirdi.

Aleviler 90’lardan itibaren bir kurumsallaşma sürecine giriyor, biraz o kurumlardan bahseder misin?

90’larda başlayan bir süreç var. Sivas katliamı ivmeyi hızlandırmıştır ama Sivas’tan biraz önce başlayan, 2000’lerle birlikte dünyanın dört bir yanına dağılmış bir örgütlenme. “Çok sesli örgütlenme diyorum” ben buna. Farklı perspektiflere ait çeşitli Alevi kurumları; dernekler, vakıflar… Bu kurumlar, bulundukları ülkeye göre ya da o ülkenin o grubu kabullenişine göre, örneğin Almanya’da dinsel bir örgüt olarak kabul ediliyor, ama başka bir ülkede inanç olarak kabul edilmiyor. Bu durum, o kurumların ya da örgütlerin devletle olan ilişkilerini, müzakere biçimlerini de etkiliyor tabii. Türkiye’de bu hikaye biraz daha farklı, çünkü Türkiye’de Diyanet devreye giriyor.

Zakirler bu örgütlenmenin neresinde?

Sahaya çıktığımda önce kurum merkezlerini çalışırım diye düşünmüştüm. Daha sonra, mutlaka kurum üzerinden ve dikey bir şekilde anlamak gerekmediğini gördüm. Çünkü sahada vakit geçirdikçe aslında bir dolaşım içinde olan, kurumsal ve dikey yapıyı kıran, yatayda İstanbul’un iki yakasında da gidip gelebilen insanlar olduğunu gördüm. Bunlar sadece zakir değil, dede veya katılımcı da olabilir. Kısacası şehir içinde bir hareketlilik olduğunu gördüm.

Kurumsal hikayeyi bozan bu hareketlilik, şunu gösteriyor: Dinsel olarak gerçekten “yol”daki bir aşkı bir muhabbeti arıyor insanlar. Bunu da bir kurumda bulamıyor ama başka bir kurumda bulabiliyor. Bu hareketlilik kurum merkezli değil. Kurumların merkezinde biraz da siyaset var, kurumlarını devletle kurduğu ilişki, ona karşı olması, onunla müzakereye oturması, onunla el sıkması veya sıkmaması, ya da Diyanet’e karşı çıkıp çıkması gibi… Ama tabanda bunları aşan bir hareketlilik var.

Mesela bulunduğu mahalleye göre, o cemevine gelip giden toplulukların geldikleri bölgelere göre, etnik yapılarına göre aslında kurum hikayesi kırılabiliyor. Bu kurumsallaşma meselesi bence tekrardan düşünülmesi gereken bir şey. Bu hareketlilik içinde dinsel olarak kendine yakın olan insanları arayan bir topluluk var. Bunlar sadece cemevlerinde değil cem dışında da toplanıyorlar, muhabbet yapıyorlar. Genç kuşakta böyle bir dolaşım gördüm. Dolayısıyla şu çıktı karşımıza: Genç zakirler, bir kurumda -örneğin bağlama kursunda- bir araya geliyorlar, daha sonra cemlerde hizmet yapmaya başlıyorlar, ama sonra çeşitli sebeplerle bulundukları kurumu terk etseler de zakir kimliğini terk etmiyorlar. Yani zakir kimliğini kurum dışında da taşıyan bir kuşak var.

Her kurum, cem işleyişine kendi standartını getirmeye çalışıyor. Her kurumun kendi cem erkânı, kendi işleyişi, kendi bakış açısı var ama zakirlik bunu kırıyor. Yaptığı hizmeti memuriyet olarak görmek istemiyor. Bunu zaten para için yapmıyor. Zakirlik para için yapılabilecek bir şey değil çünkü. Dolayısıyla kuruma bağlı olmasının zakirlere çok büyük bir artısı olmuyor. Bu yüzden de zakirlerin kendini anlatması ve bu süreci zakirler üzerinden tartışmak, günümüzde yaşanan Alevilikle ilgili bilmediğim bir sürü şeyi gösterdi bana.

Zakirle dedenin ilişkisi nasıl?

-90’larda Alevilikle ilgili akademik çalışmalarda sıkça yazılan bir otorite tartışması var. Alevilikle ilgili otorite kimde, nerede? Dedede mi, dede otoritesi gitti de otorite kurumlara mı geçti? Sonuçta kurumlar dedeyi de atıyorlar, zakiri de atıyorlar. Bunun üzerinde, yönetim kurulu karar verebiliyor.

Zakir ise aslında beraber çalabileceği, aşkına güvenebileceği, kendine yol gösterebilecek bir dede arıyor. O dede kurumu terk edince zakir onu terk etmiyor mesela bazı örneklerde. Dolayısıyla 90’larda yazılanların aksine, otorite meselesi zakir örneğinde tersine işleyebiliyor sahada.

Kimler bu genç zakirler?

Bunların büyük kısmının ailesi düzenli olarak ceme gitmiyor. Dışarıda doğsalar bile tamamı İstanbul’da büyümüş gençlerden bahsediyoruz. Köyüne gitmemiş, ocağını çok da bilmiyor, ocak dedesiyle ilişkiye geçmemiş. Bence bu enteresan. Genelde mahalledeki cemevlerine ya da oraya yakın bir bağlama kursuna gidiyor. Yavaş yavaş zakiri görerek, hocasından etkilenerek ya da bir semah hizmetini görerek aşina oluyor ve sonra gide gele zakirliğe adım atıyor. Bir de şu var, hemen hemen hepsi benzer bir hikaye anlatıyorlar: “Benim dedem çok itikatlıdır, benim dedem saz çalardı, benim dedem zakirlik yapmıştı, benim dedem yola çok bağlıydı.” Bu dede enteresan olarak ocak dedesi değil, tersine kendi dedesi. Kimi dedesini görmüş, kimi kendisi küçükken ölmüş yani hakka yürümüş. Ama rüyasında dedesi ona el vermiş gibi. Böyle acayip bir dede anlatısı, mitosu var. Bu bana çok ilginç geldi.

Şehirde Alevilikle nasıl ilişki kurulacak, çocuklar yoldan uzaklaşıyorlar gibi bir ön yargı vardı. Ama buradaki hikayeden şu çıkıyor; eğer manevi bir ilişkilenme kurmak istiyorsa, yolla ilişkilenmek istiyorsa da rahatlıkla kendi anlatısı ortaya çıkıyor.

Kitapta zakirliği belgeleyen bir kimlik kartından söz ediyorsun. Biraz ondan bahseder misin? Buna itibar ediliyor mu?

Sahada standartlaşma, kurumsallaşma meselesine bakarken karşımıza iki şey çıkıyor; bir tanesi şu: Cem Vakfı, 90’larda bu hizmet içi eğitime başlıyor yani dede yetiştiriyor, zakir yetiştiriyor onlara altı aylık bir sertifika programı veriyor. Benim görüştüğüm zakirler arasında da bu programa katılmış olanlar vardı.

Bunun paralelinde, Kültür Bakanlığı’nın, sadece zakirlerle ilgili değil, Türkiye’deki âşıklar ve halk ozanlarını tecil etmeye yönelik bir çalışması var. Bakanlık bir kart veriyor. O kart ne işe yarar dersen, herkesin farklı bir beklentisi, yorumu, isteği var. Benim baktığım dönemde, toplamda otuz dört zakir bu kartı almış. Bir sınav yapılıyor, sınavda halk bilimciler ya da bu alanda çalışan insanlar o kişinin zakirliğe yeterli olup olmadığına bakıyorlar. Mesela, benim konuştuğum bir zakir, on bir yıl beraber zakirlik yaptığı arkadaşıyla sınava gidiyor; birine o kartı veriyorlar, diğerine vermiyorlar.

Bunun arka planında başka bir mesele de var: Kültür Bakanlığı’nın aynı zamanda UNESCO’nun Türkiye’deki yetkili kurumu. Alevi semahı, 2010 yılında Somut Olmayan Kültürel Miras listesine seçildi. Aynı yıl Dertli Divani’ye zakirlik alanında, Yaşayan Kültür Hazinesi payesi verildi. Bu tam olarak kartlarla ve bakanlık tesciliyle aynı döneme geliyor. Dertli Divani, bir dede, önder ve aynı zamanda popüler eserleri olan bir âşık, ozan. Ona bu zakir kimliğinin verilmesinin -ki dede ya da âşık olduğu için değil, zakir olduğu için verilmesi önemli-, UNESCO tarafından bunun tescillenmesinin tabii bu tartıştığımız meselelere çok ciddi bir etkisi oldu.

Bahsettiğin hareketlilikten, özellikle zakirlerin dolaşımından repertuvar nasıl etkileniyor? Bir standartlaşma mı yoksa çeşitlenme mi var?

Özellikle Cem Vakfı’nın bir cem kitapçığı var, orada cem içinde çalınacak müzik formlarının tamamının sözleri ve hangi yörelere ait neler çalınacağı yazıyor; semahlar, nefesler, deyişler, duvazdeh imamlar… Evet zakirler bunu çalıyorlar ama bir yerden sonra bu yetmiyor. Çünkü katılımcılar farklı farklı yörelerden geliyorlar. İstekler farklı olabiliyor. Ya da semah ekibi her hafta yeni bir semah ekleyebiliyor. Ceme katılımcıların, dedenin ya da zakirin coşa gelmesiyle anlık olarak zakir mesela üç tane tevhidi art arda söylüyor ama önünde bir tane tevhid açık; ikinci, üçüncü tevhidin sözü lazım. Bu sefer zakir bir dosya yapmaya başlıyor. Biz hep şöyle baktık; zakir ezberden okur, dosya götürür mü? Halbuki tam tersine ihtiyaç var, zakir maksimum repertuar genişliğine sahip olmaya çalışıyor.

Popüler sanatçıların repertuarlarından ceme dair bölümleri de almaya çalışıyor. Dertli Divani duvazdeh imam okuyorsa o da repertuara giriyor, Gani Pekşen Tahtacılardan bir semah derlediyse o da repertuara giriyor. Dolayısıyla beslendikleri kaynaklar da bir önceki kuşaktan Arif Sağ, Musa Eroğlu gibi Alevi müzisyenler değil de daha çok bu işin dinsel yanını vurgulayan yeni kuşaktan Dertli Divani, Gani Pekşen gibi kişiler. Çünkü oradan aldıklarını da cemin içindeki kutsal bir repertuarın parçası olarak görüyorlar.

Genç zakirlerin birbirleriyle ilişkisi nasıl, bir ilişkileri var mı?

Var. Yani normalde rekabet beklerdim ben, kurumsallıktan dolayı farklı kurumlardaki zakirlerin aralarında gerilim olabilir diye düşünürdüm. Öyle çıkmadı. Tersine, ilginç bir şekilde birbirinden haberdar, birbirini görmese de, üç aşağı beş yukarı birbirini bilen, hatta cem dışında bir araya gelmeye çalışan, ilişkilenmeye çalışan zakirler gördüm. Zakirlerde bir açlık var, kendilerini geliştirmeye, bir aşama daha ilerletmeye çalıştıkları dönem içinde gibiler. Bir yandan kendilerince inançsal “yol” da ilerliyorlar. Birbirleriyle ilişkilenerek ya da “burada kamil birisi varmış, onunla bir konuşalım”, “şu dedenin evine gidelim”, “şu âşığa gidelim”, “şu kamil kişinin yanında biraz tasavvufi sohbet yapalım” diye bir arayışları var. O yüzden mesela âşıkların kitaplarını, şiirlerini, nefeslerini, beyitlerini filan kendi aralarında dolaştırıyorlar. Çünkü çoğunda âşıklık gibi bir hedef var. Âşıklık olabilecek en üst mertebe. Mesela bir dedelik değil, ama âşıklık ana hedef.

Kurumsallaşma içinde kadınların kendilerine çok yer bulamadıklarından söz ediyorsun, zakirlikte durum nasıl?

Benim görüştüğüm az sayıda kadın zakir vardı, fakat ya evlenip ceme gitmeyi bıraktı ya eşi istemedi… yani kadın zakirimiz neredeyse hiç yok. Bir tane genç kadın arkadaşımız var ki çalışmaya çok da katkısı oldu, onun zakirliğe başlaması, kendi saz çalması, söylemesi bile bir dönem tepki almış ve dede ona sahip çıkmıştı. Alevilik, toplumsal cinsiyet meselesi bağlamında çok az çalışılmış, konuşulmuştur. Aslında “kadın erkek eşittir” denir ama sahada görünüm bunun biraz tersi. Cemlerde katılımcılar arasında çoğunlukla orta yaş üstü kadınlar bulunmasına rağmen postta veya kurumların yönetim kadrolarında kadınların pek yeri yoktur. Bu açıdan Alevi hareketinin, tamamının kendi özünü dara çekip -böyle bir söz vardır- sadece kadın meselesiyle de ilgili değil, bütün toplumsal cinsiyet meselesiyle ilgili yeniden düşünmesi gerekir denebilir.

Klasik ve Popüler Müzik Arasında: Klasik Crossover

Andante‘de yayınlandı, Temmuz 2016.

20’li yaşlarımın başındayım, Bodrum Gümüşlük’te bir barda müzik dinliyoruz. Çalan şarkı Meksikalı gitarist Carlos Santana’nın yeni albümünden Love of my Life. Şarkı yeni ama bildiğime de eminim, kısa bir süre ne olup bittiğini algılayamıyorum, sonra ışık yanıyor: Çalan, Brahms 3. Senfoni’nin 3. Bölümü!

O günden sonra klasik müziğin popüler müzikle iç içe geçtiği örneklere bilinçli olarak kulak verdim. Araştırdıkça, bir kısmı orijinal yapıtlara referans vermiş, bir kısmı Santana’nın yaptığı gibi adlarını bile anmamış olan onlarca örnekle karşılaştım; bu örnekleri sınıflandırmaya, anlamaya çalıştım.

Bu bir araya gelişlerin 20. yüzyılın ilk on yıllarına kadar uzandığını söylemek mümkünse de yüzyılın son yirmi-otuz yılında muazzam bir yığılma göze çarpmakta. Elbette bunda türlerin, stillerin, dönemsel beğenilerin iç içe girdiği postmodern estetiğin etkisi büyük.

Geçtiğimiz ayki yazımda, klasik müziğin 20. yüzyıl sonundaki popülerleşme sürecinden söz etmiştim. Kısa bir hatırlatmanın ardından, bu kez, popüler müzik ve klasik müzik arasındaki doğrudan ilişkilere kısaca değineceğim.

Geç 20. yüzyılın anlam dünyasını şekillendiren postmodernizmin başlıca araçlarından biri olan melezlik fikri, yalnızca farklı kültür evrenlerine ait öğelerin birleşimiyle ortaya çıkan kültürel formlarda değil, sosyolog Robert Bocock’un (1997) belirttiği üzere, dinleyici tercihlerinde de karşımıza çıkar: Günümüz dinleyicisi, modern dönemin dinleyicisinden farklı olarak, pop, caz, klasik ve çağdaş müzik türlerine kulağını eş zamanlı olarak açabilmekte, bunların hepsinden aynı zamanda zevk alabilmektedir.

Klasik popülerleşirken

Müziğin postmodernizmin etkisiyle şekillenen üretim ve tüketim süreçlerine göz attığımızda, klasik müzik alanında iki temel eğilim göze çarpar: Klasik müziğin popülerleşmesi ve türler arası geçişler (crossovers).

Kemancı Nigel Kennedy 1980’lerin ikinci yarısında -yırtık kot pantolonu ile gerçekleştirdiği Vivaldi Dört Mevsim icrasını hatırlamayan yoktur- popüler müzik dünyasının imajlarını “fazlasıyla ciddi” klasik müzik evrenine taşıyarak o yaşlarda müzik eğitimine yeni başlamış olan ben de dahil, klasik müzik dinleyicilerinin algısını derinden sarsmıştı. Yorumcu, The Kennedy Experience projesinde Jimi Hendrix besteleri üzerine doğaçlamalar çalarak ve Klezmer müziğe ilgi göstererek, kariyerini klasik müziğin duvarlarının ötesine taşırırken, Vanessa Mae, Maxim Mrvica gibi onlarca genç virtüöz, özellikle yaylı çalgılar ve piyano gibi enstrümanlarıyla Kennedy’nin izini takip etmişti. Böylece, klasik müzik piyasası da kendi dar sınırlarını genişleterek daha genç bir dinleyici kitlesine ulaşmanın imkanını bulmuş oldu.

Popüler müzik piyasası klasiğe kucak açtı

Popüler müzik piyasası ise tüm bunlar olurken çoktan klasik müziğin nimetlerine kollarını açmış durumdaydı. Popüler ve klasik müzik alanında kurulan doğrudan ilişkiler kabaca üç grup altında değerlendirilebilir:

Bunlardan ilki, çoğu klasik müzik eğitimi almış olan müzisyenlerin, klasik yapıtları farklı müziksel stillerde -genellikle caz- yorumlamasıyla örneklenebilir. Jacques Loussier’nin başarılı yorumlarında örneklenebileceği gibi, bu örneklerde çoğu kez yapıtın bütünlüğü bozulmaksızın sadece icra biçimi -kimi kez popüler müzik enstrümanlarının da katılımıyla- dönüştürülmüş olur. Bu uygulamaya Türkiye’den başarısız bir örnek olarak Anjelika Akbar’ın 2002 tarihli Bach a L’Oriantale albümü anılabilir. Adından da anlaşılacağı üzere J.S. Bach’ın yapıtlarının “oryantal” bir alt yapı ile sunumuna odaklanan albümde, oryantal ritimlerin -ve konser ve klip görüntülerinde yer alan medyatik oryantal dansçı Asena’nın- yanı sıra, ney, bendir, kopuz gibi çalgılar da kullanılırken, bu çalgılar aracılığıyla bir tür Doğu-Batı sentezi ima edilmiş olur.

İkinci olarak, 1960ların klasik rock’ı, Procol Harum, Yes, Deep Purple, Jethro Tull, gibi grupların katkısıyla gelişen ve neo-klasik metal müziğe doğru yol alan bir tür olarak klasikle popülerin tam orta noktasında durur. Barok dönem müziğine büyük ilgi duyan Ritchie Blackmore ve Yngwie Malmsteen gibi ünlü gitar virtüözlerinin, konserlerinin bis parçası olarak klasik yapıtları seçmeleri de bu bağlamda değerlendirilebilir. Bis parçalarının önemli bir bölümü, Paganini’nin keman kaprisleri gibi repertuvarın virtüozik yapıtları içinden seçilirken, hem rock müzisyeni hem de dinleyicisi için klasik müziğin “yüksek” duvarları aşılmış, toprakları fethedilmiş olur.

Klasik müzik çalgılarının ve klasik müziğe özgü çokseslilik anlayışının popüler müzikte kullanılmasından, prestijli bir senfonik orkestra eşliğinde verilen popüler müzik konserlerine dek geniş bir yelpazede değerlendirilebilecek bir faaliyet alanını da bu bağlamda anmak gerek. 2000’li yılların başında Türkiye’de hemen her pop şarkıcısının toplama senfoni orkestralarıyla verdiği konserler bu çerçevede yer alırken, klasik müzik alanından ödünç alınan öğeler popüler müziğe “değer” ve “meşruiyet” kazandırmaktadır.

Klasik müzik ve popüler müzik arasında üçüncü ve en vurucu ilişki ise, popüler müziğin, klasik temaları ödünç alması yoluyla kurulur. 20. yüzyılın hemen başlarına kadar uzanan[1] bu örnekler, erken dönemde, klasik müzik eserlerinin melodik temaları üzerine sözlerin eklenmesiyle üretilirken, yıllar içinde belirgin klasik temaların alıntılanmasına doğru çeşitlenir; yazının başında andığım Santana şarkısı tam da bu gruba örnek oluşturur.

Klasik ve popüler müziği iç içe geçiren bu gruptaki uygulamalarda, klasik yapıtın, deforme edildiği, parçalandığı ve bir diğer stil/türün özellikleri ile kendi bağlamı ve anlam dizgesinin tamamen dışına sürüklendiği görülmektedir. Diğer bir deyişle, bu uygulamalara maruz kalan klasik müzik yapıtı, gösterileni olmayan bir göstergeye indirgenmiş olur.

Özetle, klasik müzik üretimi, 20. yüzyılda, kapitalizmin gelişimi ve bunun getirdiği sosyal dönüşümün de etkisiyle hızlı bir popülerleşme sürecine girdi. Bu süreci doğuran bir yandan çağın postmodern estetik algısıysa, bir diğeri de piyasanın ihtiyaçlarıydı. Yüzyılın sonundan bu yana popüler ve klasik müzik arasında kurulan sayısız ilişki tam da bu çerçeveden okunmalı.

Kuşkusuz üç grup altında değerlendirdiğim örnekler çoğaltılabilir ve başka sınıflandırmalara tabi tutulabilir. Ancak her durumda yapıtların bütünlüğünün bozularak, deformasyon süreçlerine tabi tutuldukları, daha önemlisi bağlamsızlaştıkları ve/veya yeni bağlamlara taşındıkları açıktır. Bu gelişmeler karşısında endişe ile sorulan “klasik müzik öldü mü ya da bir kriz halinde mi?” sorusuna müzikolog Nicholas Cook’un (1999) ağzından cevap vermek mümkün görünüyor: “Eğer klasik müzikte bir kriz varsa bu, müziğin kendisinde değil, onun hakkındaki düşünüş tarzındadır” (73).

Bocock, R. (1997). Tüketim. çev. İrem Kutluk. Ankara: Dost Kitabevi.

Cook, N. (1999). Müziğin ABC’si. çev. Turan Doğan, Istanbul: Kabalcı Yayınevi.

[1] Freddy Martin ve Ray Austin’in Çaykovski Piyano Konçertosu uyarlaması Tonight We Love 1940’lardan çarpıcı bir örnek olarak verilebilir.

https://muziktekalmaz.files.wordpress.com/2016/08/evrim-h-ogut-a117.pdf