Gürültü Bizim Olsun!

59a63-05

Birgün Pazar’da yayınlandı, 7 Eylül 2014

Akademisyen ve radyo programcısı David Hendy’nin, bir radyo programı serisinden doğan Gürültü: Sesin Beşeri Tarihi adlı kitabı geçtiğimiz aylarda Kolektif Kitap tarafından Türkçe yayınlanarak raflardaki yerini aldı.

Kitabı elime ilk aldığımda, gürültünün müziğin yapısal bir öğesi olduğunu ileri süren bir müzik kitabı okuyacağımı düşünmüştüm. Tam bir meslek hastalığı; bir müzikoloğun ses dünyasını kademelendirip de müziği en kıymetli yere koyan sorunlu bakışı!

Oysa tersine Hendy, gürültüyü, müzik de dahil olmak üzere her türlü ses etkinliğini kapsayan daha geniş bir toplam olarak tanımlıyor. Bu bakımdan kitap bildiğimiz anlamda “müzik” değil, bir “ses” kitabı (Hemen bu noktada Türkçe’de yayınlanmış bir başka “gürültülü” kitabı anmakta fayda var. Jacques Attali’nin Gürültüden Müziğe: Müziğin Ekonomi-Politiği Üzerine’si de gürültünün hem bir iktidar hem de muhalefet aracı olduğu fikri üzerinden hareket eder fakat Hendy’den farklı olarak, kısa sürede konuyu müziğe evrilterek müzikologların yüreğine su serper).

Hendy, ilk sayfalardan itibaren gürültünün gündelik yaşam içinde pek de sorgulamadığımız işlevlerini tartışmaya açıyor. Gürültüden ilk anladığımız muhtemelen düzensiz, yadırgatıcı, yüksek, bir biçimde rahatsız edici bir ses ortamı. Aslına bakarsanız 1980’lerde Japon sanatçılar gürültü müziği (noise music) diye bir tür ortaya atıp da gürültünün müzik kapsamında değerlendirebileceği iddia ederlerken bile gürültüyü böyle tanımlıyorlardı. Yani yadırgatıcı olduğu doğruydu ama neden müzik olmasındı? (bu noktada, yüzyıl başında gürültünün sanayileşme ve teknoloji ile ilişkisini sanata ilk tahvil edenlerin fütüristler olduğunu hatırlamak gerek).

Peki gürültü hep rahatsız mı eder? Öyleyse çoğulluğun ifadesi olarak gürültüyü ne yapacağız; hani koca bir dünyanın parçası olduğunuzu hatırlatan cinsten olanını? Peki ya bir mücadele aracı olarak gürültü? Gerçi buradan baktığımızda da gürültüyü meydana getiren seslerin birileri için “rahatsız edici” olduğu kesin!

Mücadelenin Sesleri

“Ses çıkarmak”, “sessiz kalmamak” gibi söz dizileri Türkçe’de de bu göndermeyi yapıyor açıkça. Susma ve ses çıkarma metaforunun en çarpıcı ifadesi de ne yazık ki yine güncel bir sloganda yerini buluyor: “Çocuklar uyurken susulur, ölürken değil!”

Pencerelerimizden tencere tava çalarken de, eylem alanlarında sloganlarımızı haykırırken de “ses çıkarıyoruz” aslında. Bu ses evreni, sloganları, düdük sesini, kahkaha ve konuşmaları, çığlıkları, canlı veya kayıttan müzik sesini, megafon cızırtısını, polis anonslarını, helikopter seslerini ve kentin o bölgesinin işitsel peyzajını (soundscape) kapsıyor. Üstelik oradaki her bir ses kolektif hafızamızda bir yere referans veriyor, dolayısıyla gürültünün en yoğun olduğu anda bile alanda “istenmeyen” bir sesi ayırt etmemiz mümkün. Demek ki “istenmeyen” her zaman gürültünün kendisi değil!

Sesin mekan ile ilişkisi özellikle göç alanında dikkat çekiyor, göçmen için aşina olduğu bir müzik ya da sesler bütünü birden bire zaman ve mekan algısını alt üst etmeye yeterli. Ses aracılığıyla mekanı yaratmak/işaretlemek ise bir alanın sınırlarının sesle çizilmesiyle gerçekleşiyor. Ezan ya da çan sesinin ulaştığı toprakları cemaatinin sınırları olarak belirlemesi gibi, tanıdığımız bir ses evreninde kendimizi ait olduğumuz yerde, güvende hissediyoruz (İstanbul’un işgali sırasında mehter sustuğu anda Osmanlı askerinin paniğe kapıldığı, bu nedenle mehterin durmaksızın çaldığı anlatılır). R. Murray Schafer’in 1970’lerde dolaşıma soktuğu işitsel peyzaj kavramı, bizleri çevreleyen bu ses evrenlerinin çeşitliliğine ve anlamlandırılmasına kafa yormak açısından hala son derece kullanışlı.

İşte belki de gürültü dediğimiz şey, tam da o bildiğimiz ya da beklediğimiz ses evrenine ait olmayan seslerdir!

Sessizliğin Politikası

Sessizlikse gürültünün karşıtı gibi görülmekle birlikte, tam da onun gibi politik bir kurucu işlev üstleniyor. Anmalarda ya da birlikte dikkat vermemiz gereken bir tehdit karşısında bir anda sessizliğe kesmiyor mu ortalık? Ya da -gerçi bizim geleneğimizde pek rastlanmıyor ama- sessiz eylemlerin gücünü düşünelim. Hareket ve sesin yokluğunun da varlığı kadar dikkat çekici ve politik anlam yüklü olduğu bir eylem için “duran adam” hepimizin hafızasında.

İşte Hendy, gürültü ve sessizliğin toplumsal yaşamın düzenlenmesinde üstlendiği bu kurucu rolü insanlık tarihi boyunca izliyor. Elbette gürültü ve sessizliğin gönüllülüğü, daha doğrusu kim tarafından dayatıldığı ve kullanıldığı son derece belirleyici. Hendy’nin de hatırlattığı gibi, dini otoritenin ezeli misyonlarından biri olan gürültünün denetimi, 18. yüzyıldan itibaren sınıfsal ayrımın keskinleşmesinde önemli rol oynuyor; gürültü avama, ağırbaşlı bir sessizlikse üst sınıflara uygun görülüyor. Yani sessizlik ya da denetimli gürültü muktedirin kitleleri kontrol etmesinin araçları olabiliyor.

Son olarak, gürültünün muktedir tarafından cezalandırma amacıyla kullanılması da mümkün. Bu noktada, özellikle Occupy Wall Street eylemleriyle gündeme gelen ve ses dalgaları ile acı veren Long Range Acoustic Device‘ın kitle kontrol silahı olarak kullanımını aklımızda. Yine Amerika’nın Irak işgali ile gündeme gelen yüksek desibelde müzikle işkence uygulamaları da hatırlamak gerek (mehter müziğinin, ya da Avrupalı tanıklarının tanımıyla “gürültüsünün” Viyanalılara ne hissettirdiğini kim bilebilir!)*

Kitaba Dair Notlar

David Hendy, bakış açısının merkezine insanı yerleştirirken, insanın tarihini, sesin toplumsal alanı kurmaktaki etkisi çevresinde yeniden gözden geçiriyor. Elbette yazar insanlık tarihini kesip gideren ister istemez seçici ve indirgemeci davranıyor. Üstelik bu tarihin uzun bir dönemi için elimizde herhangi bir ses kaydı da yok. Bu bakımdan Hendy’nin çıkarımlarının büyük bir kısmı titizlikle kullanılan tanıklık ve anlatılara ya da bunlarla desteklenen varsayımlara dayanıyor (varsayımlar ölçüsünde okuyucuyu da ortaya atılan soru üzerinde soru sormaya yönelten açık bir okumanın imkanından bahsedilebilir). İnsanın tarihi derken, bu insanın çoğunlukla Batılı olduğunu da söyleyelim ama Hendy, sık sık başka coğrafyalara göndermeler yaparak bu kısıtlılığı aşma niyetini ortaya koyuyor.

Şunu da bir not olarak eklemek gerekir ki kitap, hem içeriği, hem kurgusuyla Barbara Ehrenreich’in Sokaklarda Dans: Kolektif Eğlencenin Bir Tarihi kitabını anımsatıyor; keza Ehrenreich de Hendy’nin kaynakları arasında. Sokaklarda Dans’ı sevmiş okuyucuya Gürültü özellikle tavsiye olunur. Son olarak, editör Evrim Öncül’ü ve çevirmen Çiğdem Çidamlı’yı tertemiz işçilikleri için kutlayalım.

Madem tarihi biz yazıyoruz ve madem tarih seslerle (de) yazılıyor, o halde gürültü de sessizlik de bizden olsun! Hani ara ara tarihimize/eylemimize göz gezdirmek için okuyoruz ya, Gürültü de o okuma listesine girmeyi hak ediyor.

*İlgilenenler için müzikolog Suzanne G. Cusick’in “Music as torture/Music as weapon” makalesi erişime açık.

Bu da benden olsun (Selcan Özgür’e teşekkürle)

[youtube.com/watch?v=ZSYQ0IbNsBw]

In Disciline: A View from the European Side

Society of Ethnomusicology‘nin öğrenci çalışma grubu (SEM Student Union), Avrupa ve çevre ülkelerdeki etnomüzikoloji öğrencileriyle bir mülakat dizisine başladı; ilk görüşmecileri de bendim. Mülakat hem Türkçe hem de İngilizce olarak yayınlandı:

semstudentunion adlı kullanıcının avatarıSEM Student Union

The SEM Student Union blog is very excited to introduce In Discipline: Talks from the European Side. Initiated by Ana Maria Alarcon Jimenez, this project interviews students from various European universities. The students were asked to share their thoughts on their views of ethnomusicology and how those views are fostered by their home institutions; what major theories or issues they are tackling in their research; and whether the regional economic crisis impacts their lives as students, their research, and/or their future academic aspirations.

The students responded to a questionnaire with answers in both English and either their native language or their academic language (not every student we interview is going to school in their home country). Both languages will be posted as part of this project. In Discipline will try to offer a broad picture which includes countries both within and beyond the borders of the current European Union.

evrim hikmet öğüt

Our…

View original post 2.404 kelime daha

Ustalar Buluşmayın!

Böyle bir yazıyı, geçen yaz Caz Festivali’nde Lena Chamamyan (vokal), Göksel Baktagir (kanun), Özer Arkun (çello) ve Tuluğ Tırpan’ın (piyano) “Ustalarla Buluşmalar” başlığı altında verdikleri konserden sonra yazmaya niyetlenmiştim aslında. Tabii o zaman bir blog’um yoktu ve büyük ihtimalle konser eleştirisi yazıp yayınlamaya da üşenmiştim. Bugün konunun tekrar aklıma düşme sebebi ise şu konser haberidir:

“HAYALGÜCÜNÜN ÖTESİNDE ENSTRÜMENTAL VE VOKAL SANATÇILARLA BİR MÜZİK ÇAĞLAYANI…

2000 senesinde dünyaca ünlü çellist Yo-Yo Ma’nın sanatsal vizyonu ile kurulan Silk Road Ensemble topluluğu, Asya, Avrupa ve Amerika’da 20’den fazla ülkenin seçkin sanatçı ve bestecilerini bir araya getiriyor.

Çağdaş müzik buluşmalarını ele alarak farklı toplumların çok-kültürlülüğünü yansıtan Silk Road, yeni repertuvarlar geliştiren yaratıcı üyelerden oluşuyor.

Off the Map albümleri ile 2011’de En İyi Klasik Crossover Albüm dalında Grammy ödülüne aday gösterilen Silk Road Ensemble with Yo-Yo Ma, unutulmaz bir performans sergileyecekleri Türkiye’deki ilk konserleri için Zorlu Center PSM’de tekrar bir araya geliyor.

Ünlü besteci ve kemençe virtüözü Kayhan Kalhor’un yeni eseri “Layers of Loneliness”in, dünya prömiyerini gerçekleştireceği bu özel performansta, Kürt halk müziğinin önde gelen ismi Aynur da özel konuk olarak bu geceye eşlik edecek.”

Yo-Yo Ma’nın Silk Road Ensemble projesi hakkındaki düşüncelerimi başka bir yazıya saklayıp, başlığıma odaklanayım (kolay olmayacak!). Görünen o ki, yine bir takım ustalar, Yo-Yo Ma, Kayhan Kalhor ve Aynur Doğan bir arada konser yapacaklar.

Öncelikle belirteyim ki, o tarihlerde şehir dışında olacağımdan (elbette tatil değil, tez yazarken ne tatili!) “bu konsere gideyim mi, gitmemeyim mi?” “zaten biletler kim bilir kaç liradır” gibi sıkıntılarımın olmamasının hafifliği içindeyim. Ama doğrusu ben gitsem de gitmesem de bu konser hakkındaki ön görüm, ortaya pek de tatmin edici bir sonuç çıkmayacağı yönünde.

Chamamyan konserinde ne olmuştu?

Lena Chamamyan’ın billur gibi sesi de, sayılan isimlerden özellikle Baktagir’in icracılığı da herkesin malumu. Ama bu müzisyenler her şeyden önce farklı müzikal gelenekleri, türleri, stilleri vs. temsil ediyorlar. Bu da demek oluyor ki bir araya geldiklerinde, ya birbirlerinin, pek de aşina olmadıkları alanlarına girmek ya da “ortaya karışık” bir performans yapmak zorundalar. Hal böyle olunca, kimsenin ne yaptığından emin olmadığı, ara ara bir “ustanın” öne çıkıp kendi hünerlerini sergilediği, sonra birden bire bambaşka bir türe geçip seyirciyi de sersemlettikleri bir performans ortaya çıkıyor. Öte yandan, Chamamyan’ın kendi repertuvarının genişliği (evet burada olumsuz bir ima var çünkü repertuvarda yok yok!) ve hiçbiri cazcı olmayan bu isimlerin festivalin adı icabı caz çalmaya çalışmaları, o konser için sorunlu noktalar olarak ayrıca not edilebilir.

“Chamamyan’ın billur sesi” demişken

Bu konserde ne olur?

Yo-Yo Ma’nın çalacağı konserde ise zaten eklektik bir müzikal estetik baştan kabul edilmiş, zira Silk Road Ensemble’da beş benzemez bir arada. Buna Kalhor’un “dünya prömiyeri” ve Aynur Doğan’ın “Kürt müziği” de eklenince ne çıkar bilinmez (neyse ki Doğan sadece konuk).

Silk Road Ensemble şöyle bir şey

Bu arada Kalhor ve Doğan’ın daha önce de birlikte bir projede yer aldıklarını hatırlatalım.

Öncelikli olarak söylemeye çalıştığım, farklı stillerin biraradalığının imkansız değilse de bir tek konserin hazırlığına indirgenemeyecek bir mesele olduğu. Bunun yanı sıra aynı türde müzik yapsalar bile, iki “usta” (virtuöz) müzisyenin birlikte çalması her zaman iyi sonuçlanmayabilir. Bunun en iyi örneği iki veya daha fazla çok iyi çoksesli Batı müziği icracısından her zaman iyi bir oda müziği grubu çıkmamasıdır (“Üç Tenor” projesini anmıyorum bile!). Zira orada herkes kendine “usta”dır; oysa birlikte çalmak diğerine alan bırakmayı, eşlikçiliği bilmekle olur. Elbette bunu beceren müzisyenler de var ki, onların performansları tadından yenmez. Aynı şekilde uzun soluklu bir birliktelikle farklı türleri “buluşturan” (world music sen nelere kadirsin!), bunu da çok iyi beceren müzisyenler elbette var. Son olarak, uzun yıllar birlikte müzik yapan ve her biri ayrı ayrı usta müzisyenlerden oluşan gruplar elbette başımızın tacı.

Grapelli ve Menuhin’in uzun soluklu birlikteliği aynı zamanda Menuhin’in farklı türlerin icrasına açık bir virtuöz olmasına da borçlu olsa gerek

Menuhin şunu da yapmıştı mesela. Bence yine de kimse Hint müziği ile birlikte başka bir şey çalmayı denemese daha iyi

Bitirimeden, Yo-Yo Ma deyip de ismiyle özdeşleşen J.S. Bach çello süitlerini anmamak olmaz. Özellikle Inspired by Bach film serisi, her bir çello süitinin, ayrı yönetmen ve sanatçı grupları tarafından, Kabuki’den bahçe düzenlemesine, buz dansından çağdaş dansa çeşitli “sanat projeleriyle” “buluşturulmasına” dayanıyordu (neyseki çabuk öğreniyorum).

Yo-Yo Ma’dan ünlü “prelüd” de benden olsun

“Birlikte yaşamakla kutsandık -ya da lanetlendik. Ben ilkini tercih ederim!”

3408BK1

Geçenlerde, Türkiye basınında, Arjantin doğumlu Yahudi piyanist ve şef Daniel Barenboim’in Ramallah’ta verdiği bir piyano resitali sonrasında, hem İsrail hem de Filistin vatandaşlığına sahip olmasının, bir ihtimale işaret etmek açısından anlamına dair açıklamaları yer aldı. Doğrusu İsrail gazetesi Haaretz’deki bir yazı dışında uluslararası basında konuyla ilgili pek bir şey bulamadım ve bu haberin yeni olup olmadığından emin değilim (zira sayfadaki tarih 2013, ayrıca 1942 doğumlu Barenboim’den 65 yaşında diye bahsedilmiş). Yine de hazır gündeme düşmüşken bu konuda yazmak Barenboim’e ilişkin düşüncelerimi temize çekmek için iyi bir fırsat gibi göründü.

Haber güncel olsun olmasın, bu günlerde Barenboim’in gündeme gelmesi elbette tesadüf değil. Barenboim uzun yıllardır İsrail-Filistin barışı için söz üreten, bu iki halk için birarada yaşamanın imkanlarını sorgulayan ve bunu müzik alanına da taşıyan bir müzisyen. Bu arada küçük bir not olarak Barenboim’in esasen piyanist olduğunu, yani piyanistliğinin şefliğinin önünde geldiğini söylemek gerek.

1999 yılında Filistinli-Amerikalı entelektüel Edward Said’le birlikte Ortadoğulu gençlerden müteşekkil “Doğu Batı Divanı Orkestrası”nı kuran ve yöneten Barenboim’in, Ortadoğu barışına ilişkin söyleminin liberal bir söylem olmanın ötesinde, politik bir içeriği de olduğunu eklemek gerekir. Zira gerek orkestra adına yapılan açıklamalar, gerekse Barenboim’in kendi ifadeleri İsrail’in bölgedeki tutumuna ilişkin doğrudan eleştiriler içeriyor. Yine Said’le birlikte Ramallah’ta bir kültür merkezi kurmak, İsrail Oda Orkestrası’na Almanya’da, “Yahudi düşmanı” diye bilinen ve Hitler’in idolleri arasında yer alan Richard Wagner’in müziğini çaldırmak gibi tepki çeken girişimleri de gösteriyor ki, Barenboim, müziğin milliyetçi ön yargıları kırmakta etkili bir araç olduğuna gönülden inanmış.

Videoda Barenboim Doğu Batı Divanı Orkestrası’na Wagner çaldırıyor; milliyetçi/ırkçı kabullere çifte çelme takarak!

Edward Said’in adını bu bağlamda duyup da şaşıranlar varsa, kendisinin epeyce piyanistliğinin olduğunu, hatta müzik hakkında da çokça kalem oynattığını hatırlatalım. Yazarın müzik yazılarını içeren Müzikal Nakışlar ve konumuz bağlamında, Barenboim ve Said’in müzik sohbetlerine yer veren Paralellikler ve Paradokslar Agora kitaplığı tarafından Türkçe’de de yayınlandı (bunların yanı sıra Geç Dönem Üslubu‘nda da müziğe yer verir). Tabii “müzik” sohbetleri dediysek, bu ikilinin odağındaki müziğin çoksesli Batı müziği olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı?

Gelelim benim bugüne kadar Barenboim’den ne anladığıma. Bir kadın olarak Barenboim’e karşı ön yargım, eski eşi Jacqueline du Pré’yi son döneminde yalnız bırakmış olduğu bilgisine dayanıyordu sanırım. Ama elbette bu pek de “kesin bilgi” sayılmaz!

Jacqueline du Pré, 1987’de 42 yaşında MS hastalığından ölmezden evvel, kendine muazzam bir yer edinmiş, yetenekli bir çellist; muhtemelen yeteneği Barenboim’inkinin fersah fersah ötesinde. Tabii benim gibi gafillerin kendisinin özel hayatına ilişkin bilgisinin Annad Tucker’ın 1998 tarihli Hilary and Jackie filminden öteye gitmiyor olması ayrı bir konu. Bu arada filmin özellikle iki kız kardeşin ilişkisine dair gerçeği yansıtmadığı gerekçesiyle çokça eleştirildiğini de söylemek gerek. Ama du Pré’den bahsetmek için asıl izlenmesi gereken, o şahane Elgar konçerto yurmunun da yer aldığı, Christopher Nuphen’in Remembering Jacqueline du Pré ve Jacqueline du Pré- A celebration of her unique and enduring gift adlı belgeselleri elbette.

du Pré’nin Elgar Viyolonsel Konçertosu‘nu seslendirdiği videoda orkestrayı yöneten Barenboim’in ta kendisi

Yine bu belgeseller aracılığıyla tanıdığım bir başka şahane video, ikili, ikonik* kemancı Itzhak Perlman ve şef Zubin Mehta’nın eğlenceli Mendelssohn Keman Konçertosu “icrası”

Bitirirken, müziğin bir politik söz söyleme aracı olduğunun bilincinde olmak, bunu öyle ya da böyle yaşamın merkezine koymak, hangi düzeyde yapılırsa yapılsın son derece kıymetli. Berlin’de yaşayan Barenboim, tam da şu sırada İsrail’in Filistin’e uyguladığı korkunç şiddet karşısında ne diyor, sürece müdahalede ne kadar aktif bir pozisyon alıyor bilemiyorum. Yine de belirtmek gerekir ki, çoksesli Batı müziği çevresinde bu kadarına bile pek rastlanmıyor.

Bu da benden olsun

* Sevgili Elif Damla Yavuz’a ithafen.