Göçün müziği ne anlatıyor?

Fotoğraf: Evrim Hikmet Öğüt (1+1 Express)

27 Mayıs 2022 tarihinde Gazete Duvar‘da yayınlandı.

Kavel Alpaslankalpaslan@gazeteduvar.com.tr

DUVAR – Üzerinde yaşadığımız toprakların geçmişinden bahsederken “Tarihi göçlerle şekillenmiş” deriz bir çırpıda. Geçmiş zamandan bahsederken dile kolay gelen bu tanım doğru olduğu kadar günceldir de. Bu noktada göç olgusundan bahsederken tarihselliği daha iyi kavrayıp bugünü tercüme edebilmek adına müzik bize pek çok ipucu gösterebilir.

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi (MSGÜ) Etnomüzikoloji Anabilim Dalı’ndan Evrim Hikmet Öğüt ile göçün müzikle olan tarihsel ilişkisini konuştuk. Göç ve müzik üzerine çeşitli çalışmaları bulunan Öğüt tarihselliğin yanı sıra bugün Türkiye’de yaşayan göçmen sanatçıların müziğini de dikkat çekici örneklerle anlattı.

Önce tanımlar üzerinden söze başlayacak olursak, tarih boyunca göçün müzikle içli dışlı bir ilişkisi olduğunu görüyoruz. Çeşitli sorunlar nedeniyle coğrafyalarından göç eden insanlar, vardıkları yerlere müziği de getiriyorlar. Müzik ile göç arasındaki ilişkiyi düşündüğümüz zaman, bazen göçmenlerin getirdikleri müziğin muhafaza edildiğine, bazense geldikleri yerin kültürüyle karışıp ortaya yeni bir şey çıktığına tanıklık ediyoruz. Sizce bu farkı yaratan ne?

Evrim Hikmet Öğüt

Tam da söylediğin gibi göçmenlerin müzikle ilişkisi tek yönlü değil. Hatta bu sözünü ettiğin iki eğilimi aynı göç deneyiminin farklı dönemlerinde ya da eş zamanlı olarak görebiliyoruz. Bu çeşitlilik elbette göç deneyimin çoğulluğuyla bağlantılı. Bir tek coğrafyadan göç eden göçmenler arasında bile sınıfsal, etnik, cinsiyete dayalı nedenlerle oluşan farklı tecrübeler var. Ya da göç edilen yerin, yerleşilen kentin, mahallenin demografisi, erişilebilen yasal statü gibi çok sayıda etken göçmenin kendi geçmişiyle ve diğerleriyle kurduğu ilişkiyi etkiliyor. Genelleme yapacak olursak, göçün erken dönemlerinde ya da mesela orta yaş üstü bireylerde müziği, kimliği, anıları, dili, genel anlamda kültürü muhafaza etme fikri daha baskın olabiliyor. Tabii burada muhafaza edilen bazen geleneksel sanat müziği, bazen halk müziği, bazen yerel popüler müzik diyebileceğimiz müzikler olabiliyor.

Bir de ‘birlikte getirdikleri müziği’ konuşurken, göçmenlerin nereden gelirlerse gelsinler, hepimiz gibi dünyada müzik piyasasına hakim olan ‘Batılı’ diyebileceğimiz popüler müzikleri zaten dinlediklerini ve icra ettiklerini unutmamak gerekiyor. Yani Afrika coğrafyasından gelen bir müzisyenin sadece geleneksel Afrika müziğini bildiğini, Suriye’den gelen bir göçmenin mutlaka muvaşşah* dinlediğini düşünmek büyük hata olur. Tersine, Suriye’de klasik Batı müziği eğitimi almış olup da Arap müziğini Türkiye’de öğrenen Suriyeli müzisyenler tanıyorum.

Yeni ya da ‘melez’ türler ortaya çıkarma konusundaysa şunu söyleyebilirim: Genç müzisyenler zaten çeşitli müzik türlerine aşina oldukları için genellikle göç ettikleri ülkede yeni üretime daha çok yöneliyorlar. Bir de örneğin Almanya’daki ikinci kuşak Türkiyelilerin yaptığı Rap müzik örneğindeki gibi, göçün üzerinden zaman geçtikçe yeni, ‘ne oralı, ne buralı’ türler çıkıyor ortaya. Türkiye’de de yakında bu tür örnekler çıkacaktır mutlaka.

‘MELEZ BİR MÜZİK TÜRÜ, ANAVATANINI ETKİLEYEBİLİYOR’

Türkiye’ye gelecek olursak, göç olgusu aslında bizim için son on ya da yirmi yıllık bir şey değil. Geçtiğimiz yüzyılı düşünecek olursak Türkiye’ye ya da Türkiye’den göçün müzikal anlamda nasıl yansımaları olmuş? Öne çıkan ya da dikkat çekici hangi örneklerden bahsedebiliriz?

Tabii Türkiye hep söylediğimiz gibi bir göç ülkesi ama ne yazık ki bu gerçeği hep unutuyoruz. 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı’nın toprak kayıplarıyla birlikte hem Balkanlar hem de Kafkaslardan Anadolu’ya göçü söylemek gerek öncelikle. Buna bağlı olarak, her ne kadar içerdikleri repertuvar çeşitliliğini ifade etmekte yetersiz de kalsalar, genel bir ‘Balkan’ ya da ‘Çerkes’ müziğinden herkes haberdardır. Tabii 20’nci yüzyılda ve özellikle 1990’larda yeni göç dalgaları da var Balkan coğrafyasından. Bu göç hareketleri müzikal açıdan da çok zengin.

Türkiye’den ya da Anadolu’dan dışarıya yönelen göçü düşündüğümüzde ise ilk akla gelen büyük göç dalgaları 1915, 1923 nüfus mübadelesi ve önce ekonomik sonra politik nedenlerde 1960 sonrasında Almanya ve diğer Avrupa ülkelerine göçler. Buradan çok aşina olduğu bir örnek, 1990’larda Almanya’daki Türkiyeli göçmenlerden öğrendiğimiz rap müzik mesela. Az önce söz ettiğim gibi, göç edilen ülkede ‘melez’ bir tür olarak ortaya çıkıp, daha sonra ‘anavatanı’ etkiliyor. Dış göçün müziksel etkisi, burada bestelenen göç şarkılarında da görülebilir.

Bir de tabii Türkiye’de iç göçün müzik evrenimize etkisini unutmamak gerek. Arabesk gibi kocaman bir mirası var İstanbul’a yönelen iç göçün.

Bu göç dalgalarının her biri, kimi lokal kalan, kimiyse doğrudan müzik piyasasını etkisi altına alan çok çeşitli müziksel türler, stiller ortaya çıkarıyor. Diğer yandan, bu göç hareketlerinin müzikal ve kültürel bakiyesini her zaman çok net görmüyoruz. Çoğunu içselleştirdiğimiz, kökenini sorgulama gereği duymadığımız -ki iyi ki de öyle- pek çok ezgi, dans, enstrüman kazandırmış göç bu coğrafyaya. Damat halayı diye bir şey var mesela, hepimiz biliyoruz; göçmen kimliğinin çok ötesine taşmış durumda.

‘GÖÇMEN MÜZİSYENLERİ PİYASA KADAR SOSYAL TUTUM DA ETKİLİYOR’

Bugünden bahsetmek gerekirse eğer, Türkiye’de yaşayan çeşitli halklardan göçmenlerin müzik dünyasını nasıl tarif etmek gerekir? Ne ölçüde kendilerini gösterebiliyorlar? Sahne şansı bulabiliyorlar mı? Önlerine taş konuluyor mu?

Yerleşikleşmiş, yerlileşmiş göçmen topluluklarla güncel göçmenlerin koşulları arasında genel bir fark var elbette. Mekansal olarak düşünecek olursak; çok uzun yıllardır bu coğrafyada yaşayan ama bir kültürel kimliği de koruma gayreti gösteren toplulukların kendi dernekleri, festivalleri vs. oluyor. Elbette bunların bir kısmı nispeten daha içe dönük, örneğin Gürcü müziği yapan korolar, gruplar var ama geniş kesimlerce bilinmiyorlar. Diğer yandan, daha geniş bir dinleyicisi olan ve göçmenlik deneyiminden gelmeyen müzisyenlerce de icra edilmeye başlanmış müzikler de var. Unutmamak gerekir ki toplumun diğer tüm katmanları gibi göçmen topluluklar da çok farklı avantaj ya da dezavantajlara sahipler. Ne zaman nerden geldikleri de nerede yaşadıkları da Türklükle ilişkileri -yani Türk soylu olup olmamaları ya da öyle görülüp görülmemeleri- gibi bir sürü etken var bu deneyimi belirleyen.

Güncel göçmen topluluklara gelirsek, tabii genel olarak büyük bir göçmen karşıtlığıyla karşı karşıya oldukları için çok farklı bir durumdalar. Örneğin benim birlikte çalıştığım Suriyeli müzisyenler başta sokakta müzik yaparken, ilerleyen yıllar içinde önce festivallerde, göçmen etkinliklerinde sonra giderek daha fazla mekanda müzik icra etmeye başladılar. Ama elbette tamamen güvencesiz koşullar altında, hem ekonomik açıdan hem de işin sürekliliği açısından büyük bir belirsizlik içinde çalışıyorlar. Onları etkileyen sadece müzik piyasasının durumu değil, göçmenlere yönelik siyasal ve sosyal tutum da çok belirleyici oluyor. Öte yandan örneğin Afgan topluluğunun müzik pratiklerini hiç bilmiyor, görmüyoruz.

‘TAMAMEN YENİ BİR ŞEYLE KARŞILAŞMIYORLAR’

Göçmenlerin yaptığı müziğin yapısına dair bir parantez açalım. Kullandıkları enstrümanlardan yaptıkları müziğin türüne dair bir değişim gözlemliyor muyuz?

Tabii mutlaka göç deneyimi en çok göçmenleri etkiliyor. Tekrar hatırlatmak isterim ki söz ettiğimiz grupların hiçbiri ne Türkiye’deki müzik piyasasına ne de genel anlamda dünyanın popüler müziklerine yabancı değiller. Özellikle Ortadoğu coğrafyasında, Türkiye’de icra edilen müziğin hem tarihsel hem de güncel açıdan çok boyutlu etkileri var. O nedenle Türkiye’ye gelen göçmen tamamen yeni bir şeyle karşılaşmıyor müziksel açıdan.

Ama örneğin İstanbul, Türkiye’den bağımsız, her türlü müziği duyabileceğiniz bir metropol, bir merkez. Tabii ki buraya gelen birinin, geri planı ne olursa olsun yeni bir müzik ufku kazanması da söz konusu. Suriyeli müzisyen arkadaşlarımdan, İstanbul’da olmanın kendi müziğine farklı boyutlar kazandırdığını, örneğin caz müziği İstanbul’da öğrendiğini söyleyenler oldu. Fakat diğer yandan, Suriye’de elektronik müzik ve rap yaparken burada sokakta ve restoranlarda iş bulabilmek için mecburen Arap müziği öğrenip çalan müzisyenler de tanıdım.

‘TÜRKİYE’DE ARAP MÜZİĞİ DİNLENMEYE DEĞER BULUNMUYOR’

Bir diğer önemli konu da dinleyiciler. Türkiye’deki göçmenler, sahne aldıkları zaman nasıl bir dinleyici profili ile karşılaşıyorlar? Müzik yapabilme alanları kendi diasporaları dahilinde mi kalıyor?

Bu soruya, güncel topluluklar ve özellikle Suriyeli göçmenler bağlamında cevap vermeye çalışayım. Evet büyük ölçüde dinleyici kitlesi Arapça konuşulan ülkelerden gelmiş, Türkiye’de turist, göçmen ya da farklı statülerle bulunan kişilerden oluşuyor. Yani, Türkiye’nin yerlileri veya vatandaşlar diyebileceğimiz -ki tüm bu kategorileri kullanırken bazı çekincelerim var ama başka türlü ifade etmek de zor- dinleyici özellikle Arapça müziği dinlemiyor diyebiliriz.

Buna istisna oluşturan, Arapça müziğin sızdığı bir club/DJ müziği ortamı da var aslında ki bence onu da mutlaka çalışmak gerek. Ama genel tablo, Türkiye’de Arap müziğinin dinlenmeye değer bulunmadığını gösteriyor. Diğer taraftan, sevgili Eda Öykü Öztürk’ün yüksek lisans çalışması sırasında sahra altı Afrika ülkelerinden gelen müzisyenlerin, göçmen topluluk içine olduğu kadar genel bir dinleyici kitlesine yönelik performanslar da yaptığını saptadık. Bu da Afrika müziği kolaylıkla ‘world music’ kapsamında değerlendirilirken, Arap müziğinin aynı değeri görmediğine işaret ediyor.

Göçmenlerin yaptığı müzik, ister istemez başta toplumda alt kültür olarak kendine yer bulsa da uzun vadede bazen ana akıma yerleşebiliyor. İlk akla gelen örnek üzerinden gitmek gerekirse Rebetiko’yu ya da Türkiye’de ‘iç göçle’ kuvvetlenen arabesk müziği belki bu yoruma dahil edebiliriz. Fakat ana akım tarafından zamanla verilen bu ‘ruhsatın’ altında ne yatıyor? Söz konusu müziği icra edenlerin sosyo-ekonomik arka planlarında yaşanan değişimler mi yoksa bazı kültürel/siyasal kodlar mı öncü oluyor?

Öncelikle ben Rebetiko’nun ana akımlaştığını söylemezdim sanırım ama bu genel saptamana katılıyorum elbette. Arabeskin de az önce bahsettiğim rap’in de ana akımlaşması bu açıdan çok belirgin örnekler. Burada bir yandan piyasanın alt kültürleri kapsama kabiliyetinden söz edebiliriz ama tabii bunu yapması için söz konusu müziksel unsurların, türlerin de geniş kitlelere hitap edebilme, onların derdine tercüman olabilme kapasitesine sahip olması gerek herhalde.

Bir de şunu unutmamak gerekir ki, bu bahsettiğimiz türlerde bir ana akımlaşma var ama bir yandan bağımsız, piyasanın dolayımından adeta kaçan ve muhalif bir dili korumaya çalışan üretimler de karşımıza çıkabiliyor.

Öteki Hikayeler Podcast Serisi/Müzik ve Göç

https://goc.bilgi.edu.tr/tr/haberler-ve-etkinlikler/262/podcast-serisi-oteki-hikayeler-goc-sanat-birlikte-yasam/

Müzik ve Göç: Evrim Hikmet Öğüt

PODCAST SERİSİ “Öteki Hikâyeler: Göç, Sanat, Birlikte Yaşam”

Yayına Başlama Tarihi: 31 Ocak 2022

Podcast Yapımcısı: Dr. Gülay Uğur Göksel

BREDEP Projesi / Öteki Hikâyeler Sergisi Koordinatörü

İstanbul Bilgi Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü

Yayın Platformuhttps://anchor.fm/otekihikayeler /  https://open.spotify.com/show/1tmweyb3mp9ZUbSEaT5Mjj

Hakkında:

“Hikâye anlatma, diğer öznelerle aramızda öznel bir deneyimin olabileceğini sergiler…. Hikâye anlatma mesafeyi korurken sempati duygusunu uyandırabilir çünkü anlatı aynı zamanda tükenmez bir gölgeyi, yani Öteki’nin aşkınlığını korur, her zaman söylenecek daha çok şey olduğunu da bize gösterir…. Hikâyeler değerler, kültür ve anlam kaynağını ortaya çıkarır… Dışarıdakiler, ancak hikâye anlatma yoluyla, içeridekilerin neden değer verdikleri şeylere değer verdiklerini ve neden sahip oldukları önceliklere sahip olduklarını anlayabilirler.” (Young, 1996, 131-132)

On yılı aşan Suriye iç savaşıyla, Suriyeli mültecilerin toplu göçü ve yerinden edilişi, birçok ülkenin siyasi gündemlerinin üst sıralarında yer alan önemli bir uluslararası konu olmaya devam ediyor. Türkiye dünyada en çok mülteci barındıran ülke haline geldi ve bu durum birlikte yaşama olanaklarını birçok düzeyde ve farklı bir şekilde gündeme getirmekte. Ne yazık ki, mevcut politik gündemde birlikte yaşam olanakları genellikle göçmenlerin ve ülke vatandaşlarının kimliklerini ikircikli ve zıt bir anlayışla inşa etmekte. Göçmen kimliğinin nihai Öteki olarak konumlandırılması, çeşitli kimlikler ve kültürel değerlerin dikey bir spektrumun zıt kutuplarını işgal ediyormuş gibi ele alınmasına yol açmakta.

İstanbul Bilgi Üniversitesi, göç olgusunu farklı boyutlarıyla ele almak üzere 16 Aralık 2021 – 7 Şubat 2022 tarihleri ​​arasında santralistanbul Kampüsü Enerji Müzesi’nde Öteki Hikâyeler başlıklı sergiye ev sahipliği yapıyor. BİLGİ Göç Araştırma Merkezi’nin göç ve sanat alanında faaliyet gösteren farklı kurumlarla ortaklaşa düzenlediği bu ortak sanat projesi ile yurt içinden ve yurt dışından 50 sanatçıyı, insan hareketliliğinin çok boyutlu ve iç içe geçmiş doğası üzerine bu projeye değerli katkılar sunmaya davet ettik. Bu sergi ile amacımız odağımızı ikili kimlik anlayışından, demokratik çoğulluk ve hikâyelerimizin iç içe geçmiş kırılganlığına yönelik bir anlayışa yönlendirmek. Bu serginin, “farklı hızlarda hareket eden çoklu, etkileşimli güç alanlarından oluşan bir kozmos tarafından hem iç içe geçmiş hem de periyodik olarak aşılmış olan insan öznesini zıtlıklardan kurtararak nefes aldıran ve bu konuda her zaman öncü olan sanatçıların vizyonunu ortaya koymasını umuyoruz (Connolly, 2013, 7).

Öteki Hikâyeler başlıklı bu podcast serisinde, sergiyle başladığımız sanat ve insan hareketliliği arasındaki ilişki üzerine söyleşimize devam etmeyi amaçlıyoruz. Podcast serisi bu ilişkiyi üç ana tema altında inceleyecek. Birinci tema altında akademisyenler, sanatçılar ve aydınlar ile sanatın göç, dayanışma ve göçmenlerle sanatın birlikte yaşama konusunda bilinçlendirme ve politika oluşturma üzerindeki etkilerini kapsayacak konular üzerine söyleşiler yer almakta. İkinci tema altında, STK paydaşları, sanatçılar ve akademisyenlerle sanat ve göçmenlerin entegrasyonu ve sosyal uyum ile ilgili küresel iyi uygulamalar ve öğrenilen dersler;  üçüncü tema altında Türkiye bağlamında bu tür iyi uygulamalardan bahsedeceğiz. İkinci tema altındaki söyleşilerimiz uluslararası paydaşlarla İngilizce olarak gerçekleştirilecek. Çok yakında, websitemizde bu söyleşilerin çevirilerine de ulaşılabilecek.

Yayın Akışı:

1. Tema: Göç, Sanat ve Birlikte Yaşam

1.1. Sosyal Uyum ve Sanat, Feyzi Baban

1.2. Göç ve Görsel Sanatlar, Semra Doğan Ak

1.3. Göç ve Müzik, Evrim Hikmet Öğüt

2. Tema: Dünyada Sanat, Göç ve Birlikte Yaşam Alanında İyi Pratikler

2.1. Göç ve Performans Sanatları Üzerine, Taiwo Afolabi

2.2. CreateSyria Projesi Üzerine, Joya Sfeir

2.3. Abuab Initiative ve Palmyrene Voices Projesi, Isber Sabrine

3. Tema: Türkiye’de Sanat, Göç ve Birlikte Yaşam Alanında İyi Pratikler

3.1. Sosyal Uyum ve Sanat-İyi Uygulamalar, Fatih Kıyman, Hayata Destek Derneği

3.2. Sanat ve Göç, Shirin Zeraaty, arthereistanbul

3.3. Sosyal Uyum ve Sanat-İyi Uygulamalar, Ayşegül Yalçın Eriş ve Esra Şimşir, Sığınmacı ve Göçmenlerle Dayanışma Derneği

Bir Dostluğun Fotoğraf ve Şarkı Albümü: Besteci Koharig Ğazarosyan ve Yazar Hayganuş Mark 

5 Haziran 2021’de 5 Harfliler’de yayınlandı.

Uzun zamandır, etnomüzikolog Melissa Bilal’le 5Harfliler için kadınların Ermeni müziğinde yaratıcı, aktarıcı ve icracı olarak yerine ilişkin bir söyleşi yapmak için fırsat kolluyordum. Sonunda bir araya gelip güncel araştırmaları hakkında konuşmaya başladığımızda söyleşimizi bu geniş çerçeve içinde daha özel bir yere, Lerna Ekmekçioğlu’yla birlikte üzerinde çalıştıkları besteci Koharig Ğazarosyan’a ve onun feminist yazar Hayganuş Mark’la ilişkisine odaklamaya karar verdik. Bilal ve Ekmekçioğlu’nun yürüttükleri bu araştırma, iki kadının bireysel hikâyelerini gün yüzüne çıkarmanın ötesinde bir dönemin gözardı edilen aktörlerini ve bu gözardı edilişi gündeme getiriyor. Bilal ile bu çalışmayı, onları konuya yönelten sebepleri ve araştırmanın bize söylediklerini konuştuk. 

Lerna Ekmekçioğlu ile birlikte yüzyıl başında İstanbul’da beş Ermeni kadın yazarın hikâyesini anlattığınız Bir Adalet Feryadı kitabı 2006’da yayımlanmıştı. O kitapta geç Osmanlı-erken Türkiye Cumhuriyeti tarihinde diğer birçok düşünce alanı gibi, kadın hakları mücadelesi ve feminizmin de Ermeni özneler gözardı edilerek düşünülemeyeceğini hatırlatıyordunuz. Orada bahsi geçen kadınlardan biri de Hayganuş Mark’tı. Biraz ondan bahsederek girelim mi konuya? Hayganuş Mark kimdir ve sizin yolunuz onunla nasıl kesişti?

Hayganuş Mark’la tanışmamız 1990’lı yılların sonunda İstanbul’da kurduğumuz Ermeni feminist kadın grubuyla başladığımız çalışmalara dayanıyor. 2000 yılının 8 Mart kutlamaları kapsamında İstanbul’da Esayan ve Pangaltı Ermeni okullarının mezunlar derneklerinde Hayganuş Mark ve hocası feminist yazar Zabel Asadur (Sibil) üzerine birer konuşma yapmış ve küçük bir kitapçık dağıtmıştık. Aynı yıl, feminist grubumuzdan ve Boğaziçi Sosyoloji’den sınıf arkadaşımız Belinda Mumcu ile yazdığımız makale Toplumsal Tarih dergisinin “Gençler Tarih Yazıyor” yarışmasında üçüncü oldu ve derginin 2001 Mart sayısında basıldı. Hayganuş Mark’ın hayatı ve feminizminden yola çıkarak Osmanlı ve erken Türkiye Cumhuriyeti kadın hareketi tarih yazımında Ermeni ve diğer Müslüman olmayan kadınların mücadelelerinin sessizleştirilmesini eleştiren makale bu konudaki ilk akademik yayınımız oldu. Daha sonra Lerna Ekmekçioğlu ile ABD’deki doktora çalışmalarımızın ilk yıllarında, bahsettiğin Bir Adalet Feryadı: Osmanlı’dan Türkiye’ye Beş Ermeni Feminist Yazar (1862-1933) kitabını yayımladık. Aras Yayıncılık’tan çıkarttığımız kitabımızın Hayganuş Mark bölümünde Toplumsal Tarih makalemizin yanı sıra Hayganuş Mark’ın feminist düşünce ve aktivizmine ışık tutan yazılarını ilk kez Türkçe çevirileriyle bastık. Ancak o zamanlar elimizde çok sınırlı kaynak vardı. Bundan sonraki aşama, Lerna’nın İstanbul, Yerevan, Paris, Beyrut ve ABD’nin çeşitli şehirlerinde Hayganuş Mark’ın hayatına ve dönemine dair yaptığı arşiv çalışması; Mark’ın 14 yıl kesintisiz olarak yayımladığı Hay Gin (Ermeni Kadın) dergisinin bütün sayılarına ulaşarak ve onları detaylı bir şekilde okuyarak doktora tezi yazması oldu. Lerna’nın 2016 yılında İngilizce yayımlanan kitabı 2021’de Türkçe çevirisiyle Aras Yayıncılık’tan çıktı. Bir Milleti Diriltmek, 1919-1933: Toplumsal Cinsiyet Ekseninde Türkiye’de Ermeniliğin Yeniden İnşası başlığı altında yayımlanan kitapta Lerna, feminist yayın Hay Gin başta olmak üzere döneme ışık tutan birçok başka kaynak üzerinden soykırımdan sağ kalan Ermenilerin mütareke ve erken Cumhuriyet yıllarını nasıl deneyimlediklerinin, yani içinde büyüdüğümüz İstanbul Ermeni cemaatinin tarihini anlatıyor. Şu anda birlikte yazmakta olduğumuz yeni kitabın Hayganuş Mark bölümünü de Lerna yazıyor. Kitapta, Osmanlı Ermeni feminist hareketinin öncülerinden 12 kadına dair bizim yazdığımız makaleler ve kendi kaleme aldıkları yazılardan seçkiler yer alacak. Burada detaylı anlatmaya imkân olmadığı için Hayganuş’un hayatı ve feminizmi için yukarıda bahsettiğim kaynaklara yönlendireyim okurları. Ben asıl bizim Hayganuş ve Koharig’in dostluğunun peşine düşme hikâyemizi anlatayım. 

2000 yılında rahmetli Hagop Ayvaz’ın bize verdiği siyah beyaz bir fotoğrafla başladı yolculuğumuz. Fotoğraf 6 Temmuz 1957 günü Ğazarosyan’ın Şişli’deki evinde, bir konser sonrası çekilmişti. Biri yazar ve aktivist diğeri müzisyen iki entelektüel kadın yani Hayganuş Mark ve Koharig Ğazarosyan, dostluklarını ölümsüzleştiren bu resimde, ellerindeki pasta tabakları ve arkadaki büfede dizilmiş tabak ve bardaklardan bize çok tanıdık gelen, samimi bir İstanbul ev ortamında ortak yaratımlarını kutluyorlardı. Hem yüz ifadeleri hem de duruşları birbirlerine duydukları sevgi ve saygıyı yansıtıyordu. O anın mutluluğunu yakalamış olan bu dinamik fotoğrafı çok sevdik ve yıllar boyu farklı yerlerde kullandık. Daha sonra yaptığımız araştırmalar sonunda anladık ki o günkü konserde icra edilen eserler arasında Ğazarosyan’ın Mark’ın şiirleri üzerine bestelediği şarkılar da vardı. Lerna’yla şu an yazmakta olduğumuz kitabın bir de sergisi olacak. Planlarımız serginin Yerevan’da açılması ve daha sonra da ABD’ye gelmesi yönündeydi. Sergi sırasında ayrıca, kitapta yer verdiğimiz Zabel Asadur (Sibil), Yevpime Avedisyan (Anais) ve Hayganuş Mark’ın yazmış oldukları şiirler üzerine bestelenmiş şarkıların icra edildiği küçük bir dinleti de olacaktı. Son durumda, bu şarkılar, pandemi sebebiyle sanal ortama taşımak zorunda kaldığımız sergimizin bir nevi “soundtrack”i olacaklar. Dolayısıyla sergi ekibiyle yürüttüğümüz çalışmalar sırasında bir süredir Koharig’in Hayganuş bestelerini yeniden canlandırma yönünde adımlar atmaya başlamıştık. Geçtiğimiz Nisan ayında UCLA’de verdiğimiz konuşmada bu eserlerden dördünün prömiyerini gerçekleştirme şansımız oldu. 

Koharig Ğazarosyan’a gelecek olursak, onu biraz tanıtabilir misin bize? Öncelikle şöyle sorayım, hakkında yazılı kaynaklar var mıydı Ğazarosyan’ın, sanırım sen akrabaları aracılığıyla kişisel arşivlere ulaştın, değil mi?

Piyanist, besteci ve müzik pedagogu Alis Koharig Ğazarosyan (ismini Türkçe’de Koharik Gazarosyan olarak yazıyordu, soyadı kanunuyla sonradan “Haser” eklendi.) 21 Aralık 1907’de İstanbul’da doğdu ve 29 Ekim 1967’de Paris’te öldü. Annesi Öjeni Nazaryan Ğazarosyan Eyüp’te doğup büyümüştü. Babası Krikor Ğazarosyan ise Erzurumlu’ydu. Koharig’in Birinci Dünya Savaşı’na denk gelen ilköğrenim yılları, İstanbullu Ermenilerin yüzlerce aydın ve emekçinin tutuklanıp ölüm sürgününe gönderilmesine tanıklık ettikleri, imparatorluğun her yanından gelen tehcir ve katliam haberleriyle sarsıldıkları zamanlardı.  Ğazarosyan ailesi bu acı ve korku dolu sürenin bir kısmını Büyükada’da geçirdi. Koharig’in Esayan’da lise öğrencisi olduğu mütareke yıllarıysa, Lerna’nın kitabında anlattığı gibi, Hayganuş Mark ve diğer Ermeni feministlerin soykırımdan sağ kalmayı başararak çeşitli vilayetlerden başkente sığınmış olan çoğunluğu kadın ve çocuk Ermeni halka yardım etmek için seferber olduğu dönemdi. 

1923 yazında Esayan’dan mezun olan Koharig, Ermenilerin çoğunluğunun bir daha geri dönmemek üzere bırakmak zorunda kaldıkları İstanbul’da, müzik eğitimine ve resitallerine devam etmeye çalıştı. 1926 Temmuz’unda Paris’e gitti ve akademik yılın başında konservatuara başladı. 1934’de konser piyanisti olarak verdiği ilk resitalinde kendi bestelerini de icra etti. Bir yandan kendi koral eserlerini de seslendiren Paris Ermeni Sipan Gomidas korosuna piyanoda eşlik ediyor bir yandan da çeşitli sahnelerde çalıyor, beste yapmaya ve özel piyano dersleri vermeye devam ediyordu. Ğazarosyanlar Paris’te yaşadıkları bu dönemde, ailenin bir kısmının hâlâ yaşadığı İstanbul’a gelip gidiyorlardı. 1939’da annesinin sağlığı sebebiyle İstanbul’a döndüler. Koharig, 1940’lı yıllar boyunca l’Union Française gibi İstanbul’un o zamanlar meşhur olan çeşitli konser salonlarında çaldı. 1947 ile 1949 arasında, bir buçuk yıl süreyle ABD turnesine çıktı ve Carnegie Hall dahil olmak üzere dünyaca ünlü birçok sahneye çıktı; resitalleri radyodan yayınlandı; New York Times ve NY Herald Tribune gibi gazeteler ve bunlar üstünden de Cumhuriyet gazetesi başarılarını haberleştirdi. 

Johann Sebastian Bach’ın “Eşit Düzenlenmiş Klavye”sinden esinlenerek oluşturduğu 24 konser programının ilkini yani Do Majör programı ilk defa bu turne sırasında icra etti. Sonraki yıllarda bu özgün fikirle çeşitli Avrupa başkentlerinde ve İstanbul’da (Galatasaray Lisesi, Küçük Sahne vs.) resitaller verdi. Bach’tan 20. yüzyıla kadar tamamı “klasik Batı müziği” geleneğinin “kanonlaşmış” erkek bestecilerinin eserlerinden oluşan programına Gomidas Vartabed’in ve kendisinin bestelerini eklemesini kanona yaptığı bir müdahale olarak görüyorum. 1960’lı yıllarda çoğunlukla İstanbul’da yaşayan Ğazarosyan, Esayan Mezunlar Derneği’nin müzik komitesi başkanı olarak Arjantin, Beyrut, Yerevan gibi dünyanın farklı yerinden Ermeni müzisyenleri İstanbul’a çağırdı, onlar için konserler düzenledi, onlarla sahne aldı ve bu ziyaretleri düzenli olarak Kulis’e yazdı. Hayali, dünyadaki, özellikle de Ermenistan dışındaki Ermeni sahne sanatçıları için bir birlik kurmaktı. Bir diğer büyük hayali de Ermenistan’ı ziyaret etmekti fakat oraya “eli dolu,” yani daha çok besteyle gitmek istediğini söylüyordu hep. Son turnesi Mayıs 1967’de Mısır’a oldu. Kahire ve İskenderiye sahnelerindeki performansı yerel Ermenice ve Fransızca gazetelerde eleştirmenlerin hayranlık dolu yazılarıyla yer buldu. Koharig Ğazarosyan bu turneden birkaç ay sonra, tedavi için gittiği Paris’te, oldukça erken bir yaşta hayata gözlerini yumdu. Cenaze töreni 2 Kasım günü, Paris Surp Hovhannes Mıgırdiç Kilisesi’nde gerçekleşti. 

Koharig Ğazarosyan’ın hayatı ve eserleri üzerine en kapsamlı araştırmayı ve detaylı incelemeleri yapmış kişi müzikolog ve tarihçi Haig Avakian. Zaten Koharig’in Hayganuş’un şiirlerini bestelemiş olduğunu Avakian’ın yayınladığı Ğazarosyan bibliyografyasından öğrendim ve bana bu şarkıların notalarını göndermesiyle de bunların icrası üzerine düşünmeye başladım. Avakian büyük kısmı daha önce yayımlanmamış Ğazarosyan repertuarını yayına hazırladı, bilgilendirici notlar ve analitik giriş yazılarıyla ciltler halinde Kahire’de yayımladı. Ben ninniler üzerine doktora tezimi yazarken bu ciltlerden bir kısmına ulaşabilmiş, Ğazarosyan’ın yaylı çalgılar dörtlüsü için yazmış olduğu ninnisini tezime dahil etmiştim. O zaman Ğazarosyan’ın hayat hikâyesine dair küçük bir araştırma da yapmıştım. Sınırlı fakat çok değerli biyografik bilgileri, müzikolog Tsitsilia Brutyan’ın kitaplarından ve besteciyi şahsen tanımış olan ve on yıllardır eserlerini icra eden piyanist Şahan Arzruni’nin The Norton-Grove Dictionary of Woman Composers’a (kadın besteciler ansiklopedisi) yazdığı maddeden almıştım. Tezimde ayrıca, içinde Ğazarosyan’ın yazdığı birçok makale ve kariyerine dair bolca haberin bulunduğu Kulis dergisinden yararlanmıştım. UCLA’deki konuşmamı hazırlarken, bugün Uluslararsı Hrant Dink Vakfı’nın koruması altında olan 50 yıllık Kulis külliyatının ve editörü Hagop Ayvaz’ın arşivinin kısa süre önce büyük bir titizlikle kataloglanmış halde araştırmacılara açılmış olmasının büyük faydası oldu. [1] Yararlandığım değerli diğer bir arşiv de Boston’daki Armenian Cultural Foundation (Ermeni Kültür Vakfı) bünyesinde bulunan Ğazarosyan’ın öğrencisi Ardashes Shelemian’ın (Ardaşes Şılımyan) arşivi. Tabii ki en kıymetli kaynağımsa bestecinin yeğeni Sona Bedrossian. Kendisi birkaç yıl önce Ğazarosyan arşivini Yerevan’a gönderdi ve arşiv geçtiğimiz ay tasnif edilmiş şekilde araştırmacılara açıldı. Birçok önemli biyografik detaya ve aile arşivinde saklanan eşsiz belge ve fotoğraflara Sona Bedrossian’ın bunları benle cömertçe paylaşması sayesinde erişebildim. 

Ğazarosyan’ın Müziğinden bahsedelim mi biraz? Çoksesli Batı müziği geleneği içinde nasıl bir yere yerleştirebiliriz onu? Bu arada çok az müziği yayınlanmış ve çalınmış anladığım kadarıyla?

Çeşitli müzikal form ve türlerde ürünler vermiş. Solo piyano veya konçerto ya da piyano eşlikli solo vokal (şiirler, halk şarkıları ve ilahiler üzerine besteler) için yazmış olduğu eserleri çoğunlukta olmakla birlikte, keman, viyola, çello, flüt, obua ve org’un türlü kombinasyonları için yazdığı birçok bestesi, koral parçaları ve de bale süiti var. 1962’de Poznan’da bir beste yarışmasına da katılmış. Ardashes Shelemian’a yazdığı bir mektupta yirminci yüzyılda revaçta olan 12 ton tekniğinden ziyade, müzikal dil ve üslubunu tonal sistem içinden geliştirmeyi tercih ettiğini yazar. Yayınlanma meselesine gelince, bir dizi eseri 1940 ve 1967’de Paris’te ünlü müzik yayınevleri Durand ve Choudens tarafından yayımlandı, 1948 ve 1957’de Lübnan’da Hasg (Başak) Ermeni Çalışmaları yıllığında ve 1966’da Yerevan’da Tsitsilia Brutyan’ın bir antolojisinde yer aldı. Bunlar dışında, 1943 yılında İstanbullu araştırmacı yazar Toros Azadyan, Ğazarosyan’a içlerinde 70 Ermenice şarkı bulunan Gomidas Vartabed’in elyazısı derleme defterlerini verdi. Gomidas bunları 1913 yazında İstanbul’dan Eçmiadzin’e ziyareti sırasında, o zamanın Rusya İmparatorluğu’nun Yerevan vilayetine dahil olan bugün Türkiye’nin Iğdır ili civarına denk gelen bölgedeki köylerden derlemişti. Dört yıl boyunca, Hampartsum notasıyla yazılmış olan bu ezgileri inceleyen ve piyano eşlikli vokal düzenlemelerini yazan Ğazarosyan, şarkılardan yirmi tanesini 1950’de Lübnan’da yayımlattı. Gomidas Vartabed’in işini, bırakmak zorunda kaldığı yerden alıp devam ettirme çabası ve bu konudaki başarısı çok açık. Gomidas’ın Kütahya’daki doğduğu evi, hâlâ orada yaşayan kuzenini ve diğer akrabalarını ziyareti hayatının en etkileyici deneyimlerinden biri olmuştu. 

Koharig’in daha önce yayımlanmamış ve Paris’teki aile arşivinde bulunan birçok eserine gelirsek onlar da yukarıda söz ettiğim gibi Haig Avakian’ın çabalarıyla 2000’li yıllarda gün yüzüne çıktı. Çalınmış ve söylenmiş olanlara gelince, bunlar da oldukça ender. Bu konuda Şahan Arzruni’nin çalışmaları çok kıymetli. Bildiğim kadarıyla kendisi henüz hayattayken yapılmış olan tek ticari kayıt, piyanist Magdi Rufer’in (Sabahattin Eyüboğlu’nun eşi) Ğazarosyan’ın 6 Etüd’ünü çaldığı plak. Bizim projemiz kapsamında ise şu ana kadar dört eser icra edildi. UCLA Ermeni Müziği Programı ile ortak yürüttüğümüz projede daha önce icra edilmemiş bu dört Hayganuş Mark şiiri bestesini oyuncu Nora Armani, mezzo-soprano Danielle Segen ve piyanist Steven Vanhauwaert seslendirdiler. Nora Armani 1997 yılında Koharig Ğazarosyan’ın eserlerinin icra edildiği CD’de Hayganuş’un Koharig’e adadığı Daviği Vra’yı (Arp Üzerinde) şiirini de okumuştu. 

Hayganuş Mark’ın metinlerini de mi besteliyor?

Koharig Ğazarosyan’ın bestelediği şiirlerin bir kısmı Hayganuş Mark’ın 1921’de İstanbul’da yayımladığı Dzulutyan Baheres [Tembellik Anlarımdan] kitabından, bir kısmı ise Ğazarosyan’ın onlara ezgi yazdığı 30’lu ve 40’lı yıllarda henüz yayımlanmamış. Daha sonra bu şiirler, içlerinde Koharig’in de bulunduğu Hayganuş Mark’ın 50. yıl jübilesini kutlama komisyonu tarafından 1954’te yayımlanan kitapta yer aldı. Örneğin, 1934’te Paris’te bestelenen “Yerazıs” [Rüyam] Hayganuş’un “Odaratsum” [Yabancılaşma] şiiri üzerine. Koharig daha sonra bu ezgiye farklı vokal ve enstrümantal düzenlemeler yazmış. 1956 yılında da eseri Paris’in Yazarlar, Besteciler ve Müzik Yayıncıları Derneği’ne kaydettirmiş. 

Türkiye’deki müzik ortamıyla ilişkisi nasıl olmuş Ğazarosyan’ın? İdil Biret’le bir ilişkisi var örneğin değil mi? 

Ğazarosyan müzik eğitimine küçük yaşta, o dönem İstanbul’un önde gelen müzisyenlerinden özel dersler alarak başlamıştı. Bunlar arasında besteci Edgar Manas ve piyanist Henri Furlani de vardı.  Türkiye’de “klasik Batı müziği”nin önde gelen yaratıcı ve icracılarından biriydi ve tabii ki müzik ortamıyla organik bir ilişkisi vardı. Belki de bunun en güzel kanıtı 1965 yılında besteci ve orkestra şefi Niyazi Tağızade’nin (Hacıbeyov) İstanbul Devlet Opera ve Bale Orkestrası’nı yönetmek üzere Sovyet Azerbaycanı’ndan ziyareti sırasında Ğazarosyan’ın onu bir grup müzisyen, sanatçı, yazar ve gazeteciyle birlikte evinde ağırlamış olmasıdır. Ğazarosyan Kulis’te yayımladığı izlenimlerinde, Tağızade’nin Ermeni besteci Aram Khaçaduryan’la aynı hocadan komposizyon dersleri almış olduğunu, ayrıca da birçok Ermeni bestecinin eserinin orkestral icrasını yönetmiş olduğundan bu repertuara çok hâkim olduğunu yazar. Bunun dışında, müzik yazarı Faruk Yener, yanılmıyorsam 1984 yılında Milliyet Sanat’a yazdığı ve Osmanlı’dan Türkiye’ye Ermeni sanatçılardan bahsettiği yazısında Koharig’in adını geçirir. Ben yazıyı 1 Haziran 1996’da Kulis’te yayımlanmış Ermenice çevirisinden okudum. Yener, 1930’ların Kadıköy’ündeki piyano hocası Koharig’den bahsediyor ve yazının devamında da Koharig Ğazarosyan’ın ismini veriyor. Yazıya eşlik eden fotoğraflardan da yola çıkarak başta soyadını vermediği o piyano hocasının Ğazarosyan olduğunu düşünmüştüm fakat sonradan yaptığım araştırmalar sonucu bunun başka bir Koharig olduğunu fark ettim. Tabii bu sonucu değiştirmiyor. Doktora tezimde Ermeni besteci, piyanist ve piyano öğretmeni kadınların erken Cumhuriyet İstanbul’undaki yaşamlarından, müzikal çalışmalarından ve de bunların dönemin resmî azınlık politikaları, daha da doğrusu, Ermeni karşıtı politikaları bağlamında nasıl değerlendirilebileceğinden kısaca bahsetmiştim. Bundan sonraki aşama, bu konuda bir kitap yazmak. Kitabın önemli bir kısmını hayat hikâyesi son dönem Osmanlı’dan 1960’lar Türkiye’sine uzanan Koharig Ğazarosyan’a ayıracağım. Bu bağlamda tabii ki İdil Biret’le ilişkisi, kendisi gibi Türkiyeli olup uluslararası başarılara imza atan bu genç kadın piyanisti heyecanla desteklemesi, Paris’te ve İstanbul’da onunla görüşmesi, birlikte piyano çalması, Kulis’teki yazılarında ona olan hayranlığını ifade etmesi, bir bestesini ona adamış olması fakat  buna karşılık ne Biret’in ne de Ermeni olmayan Türkiyeli diğer piyanist ve bestecilerin hikâyelerinde, ne resmî ve popüler müzik tarihi anlatılarında ne de çoğunluğun toplumsal hafızasında önemli bir yer tutmaması üzerinde durmak istediğim bir konu. 

Türkiye’de çoksesli batı müziği alanında çalışan kadın besteciler üzerine değerli çalışmalar var, Ğazarosyan yer bulmuş mu bu çalışmalarda? 

Bildiğim kadarıyla bulmamış. Ne Ğazarosyan ne de ondan biraz daha genç olan, onunla yakından çalışmış, hatta vefatından sonra adını yaşatmak için başlatılan yarışmanın jüri üyesi başkanı olmuş İstanbullu diğer bir Ermeni kadın besteci Sirvart Karamanuk…  Türkiye müzik tarihinden adeta silinmişler. Türkiye’nin “ilk” kadın bestecileri ve piyanistleri olmalarına rağmen isimleri bu tür “liste”lerde geçmiyor. 

Az önce başka bir Koharig isimli piyano öğretmeninden bahsettin. Bu araştırma sürecinde karşına çıkan başka Ermeni ya da gayri Müslim kadın aktörler oldu mu? 

Fotoğraflar, mektuplar ve notalar üzerinden, arşivlerde Hayganuş Mark ile Koharig Ğazarosyan hikâyesinin izini sürerken öğrendiğimiz detayları birleştirdiğimizde, karşımıza imparatorluktan cumhuriyete geçiş sürecini İstanbul’da deneyimlemiş bir grup Ermeni aydın, yazar, gazeteci ve sanatçı kadın ve onların dostluk ve dayanışma ağı çıktı. Örneğin vefat ettiğinde ardından “bir rüya gibi geçtin bu dünyadan” diye yazan samimi arkadaşı yazar Adrine Dadryan’ın eserlerinden birini operaya dönüştürmeyi planlıyormuş Koharig. Yukarıda değindiğim gibi bu kadınların çoğu, yaşça daha büyük olan Hayganuş Mark’ın jübilesini düzenlediler, hastanedeki son günlerinde ona baktılar ve hep yanıbaşında oldular, arşivinin korunup Yerevan’a gönderilmesini sağladılar. Hayganuş Mark’ın Yerevan’daki arşivinde çalışırken Koharig’in ona yazmış olduğu iki mektup bulduk. Mark’a “benim tatlı arkadaşım” diye hitap ettiği bu iki mektuptan biri 1956 tarihli. Koharig piyano başındaki bir fotoğrafını göndermiş Hayganuş’a ve arkasına da çok yakında onuruna düzenlenecek olan etkinlikle (50. yıl jübilesi) ilgili bilgilendireceğini yazmış. İkinci mektupsa 1962’den. Yeni yıl tebriği ve en kısa zamanda görüşme dileği. Başka bir mektup da Lerna’yla kitabımızda yer alan diğer bir İstanbullu feminist yazar ve aktivist Zaruhi Kalemkeryan’ın arşivinden çıktı. 1948’de ABD turnesi sırasında yazmış olduğu mektupta Ğazarosyan o sıralar çoktan New York’a göç etmiş olan Kalemkeryan’ı konserine davet ediyor ve ortak dostları olan Hayganuş Mark’tan hasretle bahsediyor. 

Toparlayarak şunu sorayım, bu iki kadının varlığı, ilişkisi ve her şeyden önemlisi bu coğrafyada yaşayan kadınlar olarak bizlerin -bu coğrafyada yaşayan kadınların, feministlerin- tarihteki görünmezlikleri ne söylüyor?  

Bu hikâye şunu söylüyor: Feminist tarihçilik, her alanda olduğu gibi müzik alanında da Ermeni kadınları, özellikle de imparatorluktan cumhuriyete geçişi deneyimlemiş Ermeni kadınları tarihe “geri” yazarken onların o süreci ve sonrasını nasıl deneyimlediklerine dair ortaya çıkan soruları bastırmadan, cevapları susturmadan, Ermeni kadınların Türkiye’de müzikal hayatta ve onun anlatısında var olma koşullarını veya yokluklarının nedenlerini anlayarak, daha bütünlüklü, ilişkisel ve eleştirel bir geçmiş anlayışı oluşturmayı gerektiriyor. 

[1] Ayvaz’ın arşivinden yola çıkarak hazırlanan “Kulis: Bir Tiyatro Belleği, Hagop Ayvaz” sergisi 25 Temmuz’a dek Yapı Kredi Kültür Sanat’ta ziyaret edilebilir ya da çevrimiçi olarak gezilebilir.  

Melissa Bilal Kimdir? 

Melissa Bilal, lisans ve yüksek lisans eğitimini Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde tamamladıktan sonra Etnomüzikoloji doktora derecesini University of Chicago’nun Müzik Bölümü’nden almıştır. Şikago, Columbia, Boğaziçi ve Ermenistan Amerikan Üniversitelerinde, Tarih, Yakın Doğu Dilleri ve Medeniyetleri, Ermeni Çalışmaları, Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları ve Müzik programlarında ders vermiştir. 2017 yılında Massachusetts Institute of Technology  Tarih Bölümü’nde ziyaretçi araştırmacıyken, Lerna Ekmekçioğlu ile Feminist Ermeni Çalışmaları Çalıştayı (Annual Feminist Armenian Studies Workshop) ve Feminist Ermeni Çalışmaları Kolektifi’ni (FemARC) kuran Bilal, Ekmekçioğlu ile 2006 yılında Bir Adalet Feryadı: Osmanlı’dan Türkiye’ye Beş Ermeni Feminist Yazar (1862-1933) kitabını yayımlamıştır ve halen Feminism in Armenian: An Interpretive Anthology and Digital Archive [Feminizmin Ermenicesi: Değerlendirmeli Antoloji ve Dijital Arşiv] kitap ve dijital arşiv projesi üzerinde çalışmaktadır. Türkiyeli Ermenilerin gündelik ve siyasi yaşamları, hatırlama pratikleri ve müzikal tarihleri üzerine yazdığı makalelerinin yanı sıra, Kalbim O Viran Evlere Benzer: Gomidas Vartabed’in Müzik Mirası kitabı (Burcu Yıldız’la birlikte, 2019) ve Voice Signatures: Recordings of Russian Armenian POWs in German Camps, 1916-1918 CD projesi (2020) bulunan Bilal halen University of California Los Angeles’in Etnomüzikoloji Bölümü’nde ders vermekte ve Yakın Doğu Çalışmaları Merkezi’nde araştırmalarını sürdürmektedir.  

Kapak Görseli: Hayganuş Mark ve Koharig Ğazarosyan, Şişli, 6 Temmuz 1957.  Yerevan Yeğişe Çarents Edebiyat ve Sanat Müzesi, Hayganuş Mark Arşivi.

Bire Bir Webinar Serisi: Müziğin Göç Hali

Göç ve Kent Çalışmaları Merkezi (BAUMUS) organizasyonunun Webinar Serisinde moderatör Ulaş Sunata ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Müzikoloji bölümünden Evrim Hikmet Öğüt “Müziğin Göç Hali” üzerine​​​​​​​​ konuşuyorlar.

Göç, Göçmenlik, Müzik – Evrim Hikmet Öğüt


Özgen Berkol Doğan Bilimkurgu Kütüphanesi’nin konuğu Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Etnomüzikoloji Anabilim Dalı öğretim üyesi Evrim Hikmet Öğüt oldu. İstanbul’daki Keldani-Iraklı göçmenlerin müzik pratikleri üzerine doktora çalışmasını 2015 yılında tamamlayan Öğüt, aynı dönemde İstanbul’daki Suriyeli müzisyenler üzerine çalışmaya başladı. “Sınırın Ötesinden Sesler” projesi bu çalışma sonunca ortaya çıkan çalışmalardan biridir. Akademik çalışmalarını çeşitli internet siteleri, röportajlar, gazeteler ve dergiler yoluyla kamusal paylaşıma da açan Öğüt, şu anda New York’taki canlı müzik piyasasında Arap kimliğinin yeniden oluşumu üzerinde çalışmalarına devam etmektedir.

Yan Yanayız/Çalgıların Dilinden

Müzik Göçmenin Ne İşine Yarar?

İstanbul Bienali, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü, Alman Uluslararası İşbirliği Kurumu’nun (GIZ) desteğiyle iki günlük bir etkinlik serisiyle kutladı. 13-14 Mart’ta Zoom’da gerçekleştirilen “Yan Yanayız! Kadınların Ortak Hafızasında Mültecilik ve Geleceği Birlikte Kurmak” başlıklı serinin göç ve müzik ilişkisini odağına alan “Çalgıların Dilinden” adlı oturumunda müzisyenler Nour Abuhemeida, Raghad Balasem, Ahoo İrani ve Nûdem Mohammed, gazeteci Banu Güven’in moderatörlüğünde bir araya geldi. Oturumun açılışını ise “Müzik Göçmenin Ne İşine Yarar?” başlıklı konuşmasıyla etnomüzikolog Evrim Hikmet Öğüt yaptı. Paylaşılan bu ilk videoda aynı zamanda İstanbul Bienali ve İKSV Güncel Sanat Projeleri direktörü Bige Örer ve GIZ Türkiye direktörü Rubeena Esmail’in etkinliğin ilk günü yaptıkları açılış konuşmaları da izlenebiliyor. Bugünden itibaren her iki haftada bir pazar günü saat 11.00’de serinin bir oturumu, İKSV YouTube kanalında yayımlanacak. Etkinlikler, Türkçe, Arapça ve İngilizce altyazı seçeneğiyle izlenebilir.

Askıda Sanat- Göç ve Müzik: Türkiye’de Suriyeli müzisyenler

17 Mart 2021’de Gazete Duvar‘da yayınlandı.

Tuğba S. – Mahmut Çınar

Askıda Sanat’ın bu haftaki bölümünde göçmenlik ve müzik konusu ele alınıyor. Ülkeler arasındaki sınırları aşıp gelen, Türkiye’de tutunmaya çalışan göçmen müzisyenler, dilin sınırlarını aşabilen bir dil olarak müziğin gücünü ve müzikle bile aşılamayan önyargı bariyerlerini anlatıyor. Özellikle Suriyeli göçmen müzisyenlerin Türkiye’de müzik yapma, bununla kalmayıp müzik okulları açma serüvenleri; son zamanlarda protest bir form olarak yükselen rap müziğin göçmen müziğiyle ilişkisi de yine bu bölümde ele alınıyor.

Askıda Sanat’ın Göç ve Müzik başlıklı bu bölümünde Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nden Doç. Dr. Evrim Hikmet Öğüt ve Ossama Izzy, verdikleri video röportajlarla Türkiye’de göçmen bir müzisyen olmanın ne demek olduğunu tartışıyorlar. Göçmen müzisyen Mahdy Alekany, teknik nedenlerle yazılı olarak gerçekleştirilebilen görüşmede, savaşın ortasından Türkiye’ye geliş hikâyesini ve burada müziğini nasıl icra ettiğini anlatıyor.

Mahdy Alekany, 2015’te Suriye’den Dubai’ye giden, ardından yeniden Suriye’ye dönmek zorunda kalıp orada iki ay cezaevinde kaldıktan sonra Türkiye’den başka gidecek yeri olmadığı için buraya göç eden bir perküsyon ve rap müzisyeni. İstanbul’da, Suriyeli bazı göçmenlerin İstiklal Caddesi’nde müzik yaptığını öğrenen Alekany, sosyal medya vasıtasıyla bu müzisyenlere ulaşıp onlarla sokakta çalmaya başladığını söylüyor. Burada bir yandan maddi olarak geçimini sağlayıp bir yandan müzikle ilgili hayallerini gerçekleştirmeye çalışan Alekany, aynı zamanda çeşitli önyargılarla da baş etmek zorunda kalmış. Göçmenlerin tüm dünyada yaşadığına benzer şekilde Alekany de, burada enstrüman çalmak yerine ülkesinde silah kullanmasını söyleyen insanlarla karşılaştığını, bu insanların savaşın ne demek olduğunu anlayamadığını belirtiyor.

Alekany’nin belirttiği bir diğer problemse sokakta enstrüman çalacak yer bulmanın, yer bulduklarındaysa insanların ilgisini çekebilecek bir repertuvar hazırlamanın zorluğu. Dil hem insanlarla bire bir iletişimde hem de seslendirilen şarkıların algılanışında bir problem olabiliyor. Ancak Alekany, müziğin ortak bir dil olduğunun ve bu dil sayesinde yine de bir bağ kurulabildiğinin altını çiziyor.

Göçmen bir müzisyen olmanın, özellikle bazı sivil toplum kuruluşlarınca ilgi çekici bir durum olması, Alekany’ye göre, bazı olumsuz sonuçlar doğurabiliyor. Kendisiyle ve çevresindeki müzisyenlerle iletişime geçen bazı oluşumların, onların hikâyelerini dinleyip sorunları konusunda destek vermek yerine onların adına konuştuklarını, bunu bir pazarlama aracı haline getirdiklerini belirten Alekany, Suriye’ye “küçük bir köy” gibi bakılmasından, kültürü ve müziğinin yok sayılmasından duyduğu rahatsızlığı da dile getiriyor.

Tuğba S. ve Mahmut Çınar tarafından hazırlanan Askıda Sanat, Friedrich Naumann Vakfı’nın desteğiyle hayata geçiyor, Duvar Medya Vakfı’nın desteğiyle yayınlanıyor.

Müzik, Göç ve Aradalık

Arada Derneği’nin düzenlediği Aradalık seminer dizisi dahilinde 19 Eylül 2020 tarihinde gerçekleşen Müzik, Göç ve Aradalık başlıklı konuşmanın video kaydına linkten erişilebilir.

Geleneksel Dengbêj İcrasından Avangarda: Ruşen Alkar ile Kadın Dengbêjlerin Mirası Üzerine

10 Ağustos 2020’de 5Harfliler‘de yayınlandı.

Kürtçe müziğin güncel bir temsilcisi, icracı ve etnomüzikolog Ruşen Alkar’la, dengbêjlik geleneğini, kadın dengbêjleri ve bu geleneğin onun müziğindeki yerini konuştuk. Diyarbakır doğumlu olan Ruşen Alkar, İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi’nde Müzik Bilimleri alanında doktora çalışmasını yürüttü. Sebr (Sabır, 2015) ve Hêdi Hêdi (Yavaş Yavaş, 2019) albümleri Kalan Müzik tarafından yayınlandı. 2001 yılından bu yana müzik öğretmenliği yapıyor.

Öncelikle dengbêjî (dengbêjlik) kültürünü sorayım, dengbêj kimdir? Nasıl bir yeri var Kürt kültürü içinde? 

Tam çevirisi mümkün olmasa da deng ses, bêj ise söyleyiş demektir. “Sesi söylemek” anlamına gelir. Dengbêj Kürt tarihini masalsı ve mitolojik bir üslupla sonraki nesillere sözlü olarak aktaran kişidir. Pratiğin tarihini irdeleyen kaynaklara göre dengbêjler hayatlarını kazanmak için bu sanatı yaparlardı.

Soğuk geçen kış gecelerinde heyecanlı hikâyelerin betimlendiği bu ritüellerde dinleyici erkek ağırlıklı olurdu. Tabii dengbêjler de… Bazen birden fazla dengbêjbulunabilir bir divanda. Bu şekilde dengbêj atışması yapılabildiği gibi bir hikâyenin birkaç dengbêj arasında paylaşılarak icra edilmesi de söz konusu olabilir; ya da çırak konumunda olan genç dengbêj, ustasının iznini aldıktan sonra bu toplantılarda kendini ispatlayabilirdi.

Dengbêjler hayatlarını tamamen bu gelenekten kazanan profesyonel ya da yarı profesyonel müzisyenlerdir. Bugün de bu işlevsellik devam etmekte elbette ama zamana karşı direnerek ve kurumsal destek alarak. Her geçen gün yeni jenerasyonla teması biraz daha azalarak varlığını sürdürüyor diyebiliriz.

Aşağıdaki link gelmiş geçmiş en büyük dengbêjlerden biri olan Karapetê Xaço’nun hayatını anlatan bir belgesele ait. Bu videoda divanda kilam söylemek için destur isteyen genç dengbêji görebiliriz. Divan çadırında Kürt kültürü için çok değerli bir isim daha var. İki sene önce vefat eden, mey, zurna, kaval gibi nefesli sazların ustası Egîdê Cimo.

Dengbêjlik epeyce çalışılan bir konu. Konuyu hem tarihsel hem güncel boyutuyla ele alan çalışmalardan hangileri geliyor aklına, hangilerini önerebilirsin?

Ben dengbêjlik geleneği üzerine çalışmaya başladığımda ulaştığım ilk kaynak Mehmet Uzun’un Dengbêjlerim kitabı oldu. Abidin Parıltı, Salih Kevirbiri, Kendal Nezan, Mehmet Bayrak, Rohat Alakom, Zeynep Yaş, Besime Şen gibi onlarca araştırmacıya ulaştım. Kürtçe-Türkçe dillerinde olan, yerli- yabancı araştırmacılara ait, genel olarak Kürtçe müzik üzerine bir içeriğe sahip olsa da mutlaka dengbêjliğe değinen kaynaklardı bazıları. Bu pratik Kürt kültüründe ciddi bir ağırlığa sahip olduğu için müzikten bahsedildiğinde bu konuya değinmemek neredeyse imkânsızdır.

Geçmişten bugüne dengbêjin icra mekânları nasıl değişmiş? Bugün dengbêjlik hangi icra bağlamlarında devam ediyor? 

Günümüzde geçerli olmamakla birlikte dengbêjler gezgin ozanlardı. Özellikle kışın ağır köy işlerinin bitiminde dinlenmek için köyün önde gelen kişisinin evinde kilam(uzun, melodik hikâyeler) söyledikten sonra topluluğun bir aradalığını stran (canlı ve ritmik şarkı) formundaki şarkılarla pekiştirirlerdi. Stranlar genelde dîvan, civîn (toplanma) dediğimiz bu oturumların sonlarında ve hep beraber söylenirdi. Yazları yapılan çadır toplanmalarında da dengbêj pratiği olurdu. Geçinme kaynağı para olmak zorunda değildi. İcra için harcadığı zaman ve emeğin karşılığı bazen gıda, hayvan, himaye vs. de olabilmekteydi. Dengbêj bütün kışı köyün ekonomik olarak güçlü ailesinin evinde geçirerek de bir karşılık alabiliyordu örneğin.

Bugünse hayatlarını tamamen kazandıkları bir meslek olmasa da kurumlar bünyesinde festivallere katılan ya da düğünlere giderek bu pratikten kazanç sağlayan dengbêjler az da olsa mevcut. Kültür/anlam taşıyıcısı olma misyonu dışında, sosyalleşme ve popülerlik için de katılıyorlar bu etkinliklere ve cüzi de olsa bir maddi getirisi oluyor bu ilişkilenişin. Tabii sosyalleşme lüksü bakımından erkeler daha şanslı. Erkek dengbêjlerin neredeyse hepsi hayatları boyunca farklı mesleklerden para kazanmışlardır. Hayatını tamamen dengbêjlikle kazananlar oldu mu bilgim yok ama varsa bile üç-dört nesil öncesidir diyebiliriz. 1900’lerin başı ve öncesi gibi. Köy yaşantısına dair dinamiklerin, endüstriyel gelişmelere bağlı olarak değişme uğramadan önceki dönemi yani…

Günümüzde televizyon, sosyal medya, müzik piyasasında teknolojinin ağırlığı bu geleneği tercih edilen bir form olmaktan uzaklaştırdı. Zaten toplumsal yapıya dâhil birçok kalıp da bu tarihsel süreçte değişime uğradı. Yeni kuşak dengbêjler ise düğün ya da toplantıların ihtiyaçlarını daha iyi karşılayacak biçimde organize olmuş durumda. Örneğin repertuvarına normalde bir dengbêjin okumayacağı, Türkçe, arabesk, pop vs. şarkılar da koyabildiği gibi, içinde org, saksafon, bateri vs. olan bir orkestrayla da çalışabiliyor. Geleneksel dengbêjlerin büyük bir çoğunluğu mikrofona bile yabancıdır, müzik teknolojilerini yadırgar.

Aşağıdaki linkte tamamen farklı bir dengbêj performans ortamı görebiliriz. Genç dengbêj Vedat Akarsu Kurd Idol isimli ses yarışmasında, Kürt müziğinin önemli müzisyenlerinden oluşan bir jüri karşısında kabiliyetini sergiliyor.

Genel olarak erkeklere özgü bir meslek olduğundan ve özellikle tarihsel icra bağlamlarının erkeklere özel olduğundan söz ettin. Peki, kadınların yeri nedir bu gelenekte? 

Eskiden yapılan dengbêj divanlarına kadınların katılımı hoş karşılanmadığı için, bir kadın yetenek ve ilgi sahibiyse kilam öğrenmek için daha zorlu bir yoldan geçmek zorunda kalıyordu. Kadın dengbêjlerde aile içinde bir dengbêjin varlığına rastlamak erkeklere kıyasla daha mümkün. Yani bu pratiğin babadan/anneden kız çocuğuna geçmesi yaygınken, erkekler için usta-çırak ilişkisi daha sık görülen bir durum.

Tabii ki Kürt kadın dengbêjler bu tutkularını gerçekleştirmek için ciddi bedeller ödemişler. Ayşe Şan, Meryem Xan, Sûsika Simo, Gazin… Hangi kadın dengbêjin hayatına bakarsak bakalım bu kabiliyetinden ötürü yapılmış zorunlu tercihler vardır. Ya ailesi terk eder ya da kadın terki diyar etmek zorunda kalır. Günümüzde kurumlar bünyesinde şarkı söyleyen kadınlar, kendilerini toplumsal baskıdan nispeten kurtarıyorlar ama buna cesaret edemeyenler ya da bu kurumsal bağı tercih etmeyenler hala çoğunlukta.

Dengbêj Gazin iki sene önce vefat etti. Kendisi Van’daki kadın dengbêjlerin bir dernek çatısı altında bir araya gelmesi anlamında çok ciddi savaş vermiş, hayatını bu sanata adamış bir kadındır. Ergun Sibel Yücel ve Marlene Schafers kendisi hakkında bir kitap hazırlamakta bu aralar. Kitap Kürtçe ve Türkçe olacak ve süreç planlandığı gibi ilerlerse sonbaharda yayınlanacak.

Ortadoğu’dan müziğini bir biçimde bölge siyasetiyle ilişkilendiren kadın şarkıcıları anlattığım bir söyleşi serisi yapmıştım. O söyleşilerde, hangi Kürt kadın şarkıcı bu konuşmanın kapsamına dahil edilmeli diye sorduğumda, en çok Ayşe Şan yanıtını almıştım. Ayşe Şan’ın hayatını araştırdığımda, babasının dengbêj olduğunu, kendisinin de bu kültür içinde yetişip dengbêjlik yapmak istediğini ama bu sebeple ailesi tarafından dışlandığını öğrendim. Hem bir Kürt kadın olarak Kürtçe söylemenin hem de kendi kültüründeki erkek egemenliğe karşı şarkı söyleyebilmenin mücadelesini vermiş. Şan’ı bile çok az tanıyoruz. Ergun Sibel Yücel ve Marlene Schafers’inin Gazin hakkındaki çalışması çok önemli bu açıdan. Başka kadınlar biliniyor mu, önerebileceğin çalışmalar var mı?

Ayşe Şan için 2012 yılında çıkmak üzere olan bir sempozyum kitabı vardı ama nedense çıkmadı. Ya da ben ulaşamadım. Zeynep Yaş’ın Diyarbakır Belediyesi yayınları tarafından basılmış Şakarên Muzîka Kurdî 1-2 (Kürt Müziğinin Duayenleri) isimli kitabının ikinci cildinde Ayşe Şan’a dair detaylı bilgiler mevcuttur. Ayşe Şan özelinde, şu anda ulaşılabilir olmayan bir belge kitap ve 150 eserlik koleksiyon çalışması da var kendisinin. Bir de Kakşar Oremar’ın Lis yayınlarından çıkan Prensesa Bê Tac û Text (Taçsız ve Tahtsız Prenses) isimli Ayşe şan için yazılmış bir kitabı var.

Bunlar dışında, Tekin Çiftçi’nin Nûbihar’dan çıkan Kilam û Jin (Söz ve Kadın) kitabı Hurşit Baran Mendeş’in Meryem Xan’ın hayatı ve eserlerini anlattığı kitabı, Rohat Alakom’un Di Folklora Kurdî de Serdestiyeke Jinan (Kürt Folklorunda Kadınların Hâkimiyeti) isimli kitapları, özellikle kadınların Kürt folklorundaki ağırlığını anlamak için yardımcı olabilir.  Kaynaklar çoğunluk olarak Kürtçe fakat içeriklerin Türkçe çevirilerine ulaşmak mümkün.

Yücel ve Schafers’in çalışması Dengbêj Gazin’in mücadelesinin görünür kılınması bakımından çok değerli bir çalışma. Gazin Komeleya Dengbêjên Jin (Kadın Dengbêjler) derneğini 2010 yılında kurdu. Benim kendisini Van’da ziyaret edişim 2011 yılıydı. Hafızamda iz bırakmış önemli bir figürdür ve yaşam öyküsünün kalıcılaştırılması çok kıymetli bir adım olacaktır. Selda Öztürk’ün yüksek lisans tezi, Marlene Schafers’in doktora tezi de Gazin ve mücadelesini anlamamız açısından çok aydınlatıcı. Bu araştırmacılarla aynı zaman diliminde sahada bulunmuştuk.

Sen nerelerde çalıştın, kendi çalışmalarında ulaşabildin mi kadın dengbêjlere? 

Van’daki saha çalışması bu anlamda çok verimliydi. Gidişim festival dönemine denk geldiği için çevre köy ve illerden gelen birçok kadın dengbêj ile kayıt yapma, sohbet etme şansı buldum. Diyarbakır’da dengbêj Feleknas vardı sadece. Fakat farklı ilişkilenişlerle elbette başka kadın dengbêjlere ulaşılabilirdi. Ben alanda belediye referansı ile ilerlediğim ve kısıtlı bir zamana sahip olduğum için, kendini politik ve sosyal olarak namahreme açık ortamlardan koruyan kadın dengbêjlere ulaşamamış olabilirim. Varsa bile büyük ihtimal gizli saklı kendine ve yakınlarına söylüyorlardı şarkılarını.

Midyat’ta kadın olması bir yana alanda çok az dengbêje ulaşabildim. Kadın olarak bir beytbêj (beyit söyleyen) ile sohbetimiz oldu. Beytbêjler ölüsü olan ailelerin yaslarına gider, ağıt yakarlar. Görüşmemizde kamera vs. gibi hiçbir kayıt cihazı istemedi. Sorularımı da çok detaylı cevaplamadı ama evine aldı ve kendisi ile yarım saat sohbet etme şansım oldu. Benim için unutamayacağım deneyimlerden biridir. Birbirimizin yüreğini, acılarını görebildik o kısacık görüşmede. Aslında bu yolculuğa çıkmamdaki temel güdü de buydu. Kendi içimdeki kadınla karşılaşmaktı amacım ve bu yolda çok özel kadınlarla tanıştım. Onları tanıyarak kendime de biraz daha yaklaşmış oldum, müzisyen bir kadın olarak.

Van’a ve Dengbêj Gazin’e (Raziye Kızıl) dönecek olursak, kadın dengbêjleri Van’daki kadın dengbêj derneği Dengbêj Gazin aracılığıyla tanıdık biraz da. Gazin’ı yakın zamanda kaybettik, dernek devam ediyor mu çalışmaya, bilgin var mı?

Malum Van depremi de çok büyük darbe oldu. Ben alandan döndükten 4 ay sonra yaşandı deprem. Mekân hasar görmüştü hatırladığım kadarıyla ama bir süre daha devam etti beraberlikleri. Depremden sonra dernek nasıl bir sınav verdi pek bilgim olmadığı için bununla ilgili Ergun Sibel Yücel ile kısa bir sohbet yapma gereği duydum. Dernek resmi olarak Gazin’in ölümünden yaklaşık 3 sene önce kapanmış. Fakat yenilmez bir savaşçı olarak Gazin bir def grubu olan Dengê Meyman isimli topluluğun mekânında aktif olarak çalışmalarına devam etmiş, ta ki 2018 yılındaki vefatına kadar. Ailesi ve onu yakından tanıyanlar isminin unutulmaması için çaba sarf etmekteler. Bu çabanın bireysel boyutta kalmamasını umuyor ve diliyorum.

Midyat’ta, özellikle şehrin tarihi olmayan kısmında, mıtrıpların ve müzik ile uğraşanların toplumsal olarak küçümsendiğini, müzisyenliğin aşağı görülen bir uğraş olduğunu ve kısa zaman diliminde amacıma ulaşamayacağımı anlayınca Nusaybin’e geçtim. Orada bir def sanatçısına ulaştım, kayıt adım.  Onun dışında müzik ile hem enstrüman hem de vokal düzeyinde uğraşan çok fazla genç kadın müzisyen vardı elbette. Nusaybin’de müzisyenliğe dair bazı tabular Midyat’a göre çoktan yıkılmıştı. Ayrıca mıtrıpların aileleriyle yaşamak için seçtikleri ilçe de Nusaybin’di gözlemlediğim kadarıyla.

Bu derneğin Kürt coğrafyasındaki yankısı nasıl olmuştu peki? 

Kürt açılımının yaşandığı dönemde bölge yerel turizm açısından çok canlıydı. Hatta yurtdışından gelip bu konuya odaklanan akademisyenler de oldu. Dönemin pozitif siyasi ortamı ve dengbêj Gazin’ın çabaları sayesinde kadın denbêjlere yönelik güzel projeler ve konserler yapıldı. Gazin birçok araştırmacıya röportaj verdi, alanda kendilerine yardımcı oldu.

Bünyesinden ayrıldıkları kurum ile bir iletişimsizlikleri vardı ama Gazin bu sorunu çözmek için çaba sarf ediyordu gittiğim dönemde. Kendi söylemlerine göre kadınların oradan ayrılma sebepleri erkek dengbêjler tarafından baskılanmaları ve ortamın temizliğinden, mutfağından sorumlu kişilermiş gibi algılanmalarıydı. Ayrıca bahsettiğim Kadın Dengbêjler Derneği’ne erkek dengbêjlerin gelmesi istenmiyordu. Fakat bir araştırmacı (kamera, basın vs.) söz konusu olduğunda erkek dengbêjler davet edilmedikleri halde derneğe gelip programa dâhil olmaya çabalıyorlardı. Kadınlar, aleyhlerine bir durum oluşmasın diye gelen erkek dengbêjleri ağırlamak durumunda kalıyorlardı. Erkekler kadınların icrada yetersiz olduklarını ifade ediyor ve bunu hissettirmekten çekinmiyorlardı. Dengbêj Gazin için büyük sabır gerektiren bir savaştı sonuç olarak.

Bu kadar mücadelenin bir karşılığı var mutlaka. Günümüzde dengbêjliği profesyonel olarak icra eden kadın dengbêjlerle bir önceki nesil arasında önemli gördüğün bir fark var mı?

Modern Kürt müziği kulvarında kadın sanatçı çok fakat dengbêjlik geleneğindeki örnekler hala kıyaslanmayacak derece az. Dengbêj bir kadın olarak kendini toplumsal cinsiyet normlarından kurtarabilmiş olmak çok büyük bir ilerleme bana göre. Bu gelenek üstüne en çok titrenen, korunmasına en çok gayret gösterilen formlardan biri. Çünkü içinde Kürt dilinin zenginliğini, tarihini taşıyor. Dolayısıyla katı bir kadın-erkek zıtlığına sahip bir müzikal formu çağa uygun hale taşımak risk içeriyor. Mesela kadın dengbêj, ailede kendisi için önemli biri öldükten sonra kilamsöylemeyi bırakır. Bu geleneksel Kürt toplumu nezdinde bir kırmızıçizgi diyebiliriz. Eşini, babasını kardeşini kaybeden bir kadının şarkı söylemesi günah olarak kabul edilir kırsal hayat pratiğinde. Dolayısıyla müziği hayatını kazandığı bir meslek noktasına taşıyan kadın dengbêjler için katı ve aşılmaz olan sınırların esnemesi söz konusu. Kadın kendi acısını içine gömmek zorunda kalmadan, her duygusunu, her yaşta, her mekânda ifade edebilme hakkında sahip oluyor. Daha doğrusu bu uğurda savaş vermiş önceki kadın dengbêjlerin bayrağını devralarak biraz daha ileriye taşıyor.

Son olarak, senin müziğinde ya da söyleme stilinde dengbêjlik geleneğinin izleri var mı? Ya da sen bu gelenekle nasıl ilişkileniyorsun diye sorayım?

İki albümde de var tabii ki fakat kendi tarzıma göre. İlk albümde Ayşe Şan’a beslediğim saygı ve hayranlığı ifade edebilmek için Were Keçê Nav Zebeşan(Karpuzların Arasına Gel Kız) stranını yeniden aranje ettik örneğin. Esere Ayşe Şan versiyonundan çok farklı, soft jazz kıvamında bir yorum getirdik. Şarkıyı yeni müzikal araçlarla yeniden ifade ettik; kulağı Batı müziğine alışkın bir kesimle buluşturduk. İkinci albümde Şırnaklı iki dengbêj olan Kurdê ve Henîf’ten derlediğim lawik formundaki şarkısı Dêra Hînê’yi vokal armonizasyonu ve elektroniklerle birleştirerek avangard bir üsluba esnettik. Kendimi geleneğin aktarımı anlamında bir figür olarak düşünebiliyorum ama dönüştürerek yapıyorum bunu. Çünkü yapabildiğim şey dünyamın sınırlarını/sınırsızlıklarını da ifade ediyor. Geleneği bu şekilde üstüme giyiyorum.

Were Keçe’nin Ayşe Şan versiyonu ve Ruşen Alkar versiyonlarını dinleyerek bitirelim:

Were Keçê – Ayşe Şan versiyonu

Were Keçê – Ruşen Alkar versiyonu

MÜZİĞİN GÖÇ HALİ…

Müziğin rolünü göçmenlerin perspektifinden irdeleyen etnomüzikolog Doç. Dr. Evrim Hikmet Öğüt, “Göçmenlerin kendi göç deneyimleri içinde müziği nasıl kullandıklarına odaklanmaya çalışıyorum” diyor

27.08.2019 tarihinde Gazete Kadıköy‘de yayınlandı (Fotograflar: Sınırın Ötesinden Sesler).

Gökçe UYGUN

Müzik göçmenin ne işine yarar? Bu soru, özellikle zorla yerinden edilmiş ya da savaş coğrafyasından kaçmak zorunda kalmış mülteciler için sorulduğunda yeni bir içerik kazanıyor. Hele ki mülteci, henüz yolda, belirsiz bir geleceğe ilerlediği bir geçiş halindeyse, arafın yükünü de ekleyin. Müziğin hayatta kalmakla, devam etmekle ne ilgisi var? Müzik araftaki göçmene geçici bir mekân, ev kurabilir mi; hiç değilse birliktelik hissi? Yas tutmanın ya da iyileşmenin aracı olabilir mi müzik? En azından ekmek parası eder mi?

Bu soruları soruyor Doç. Dr. Evrim Hikmet Öğüt, bir makalesinin girişinde. Kendisi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde Etnomüzikoloji ve Folklor Anabilim Dalı’nda ders veren bir akademisyen. Çalışmalarında müzik ve göç ilişkisine odaklanan Öğüt’e göçmenlerin müziğini sorduk…

  • Yaklaşık 6 ay önce Kadıköy’de Barış Manço Kültür Merkezi’nde verdiğiniz seminerin başlığına istinaden sorayım; ‘göçmenin perspektifinden müzik’ ifadesinden ne anlamamız gerek?

Göç ve göçmenlik, tam da içinden geçmekte olduğumuz günlerde olduğu gibi, genellikle vatandaş olanların, “yerli” olanların, kendisini “ev sahibi” olarak görenlerin perspektifinden tartışılan bir mesele. Oysa ben göçmenlerin kendi göç deneyimleri içinde müziği nasıl kullandıklarına, müziğin farklı bireysel ve kültürel süreçlerde onlara ne ifade ettiğine odaklanmaya çalışıyorum. Dolayısıyla göçmenlerin perspektifinden anlamaya çalışıyorum müziğin rolünü.

MÜZİK VE GÖÇ…

  • Müzik ve göç ilişkisini bize özetlemeniz mümkün mü?

Bu çok derin ve kısaca özetlenmesi güç bir konu. Çünkü göçmenlik tekil bir kategori değil. Yeni gelen ya da ikinci, üçüncü kuşak göçmenlerin müzikle ilişkisi farklı olduğu gibi, göçün sebepleri, göç edilen coğrafyanın özellikleri, göçmenin statüsü, bu ilişkiyi çok çeşitlendiren etkenler arasında. Çok kabaca tarif edecek olursak, müzik ve göç ilişkisi, göçmenlerin müzik aracılığıyla kimliklerini yeniden kurma ve koruma ya da bir arada kalma arzusundan, müziğin yeni bir kültürel ortama eklemlenmede kullanılmasına kadar, ya da göç edilen coğrafyada ekonomik bir faaliyet olarak müzisyenliğe kadar çok çeşitli açılardan düşünülebilir. Göç ve hafıza çalışmalarında da müzikle birlikte gerçekleşen etkinliklerin yine kimlik kurucu rolü epeyce çalışılıyor. Tabii, insanların göçünden bağımsız müziğin dolaşımını da bu bağlamda düşünmek mümkün. Müziğin biraz ötesine geçerek, göçle birlikte ses peyzajının değişimi de dikkate değer.

  • Göç ve müzik… Bu iki kelime geçtiğinde ilk akla gelen Balkanlar, Rumeli ve Trakya’nın şarkılarıdır. Fakat siz Suriyeli müzisyenler başta olmak üzere, Ortadoğu’dan İstanbul’a göç etmiş göçmenlerin müzik pratikleri gibi, meselenin güncel haline odaklanıyorsunuz. Ortadoğulu göçmenlerin müziği hakkında bizimle neleri paylaşabilirsiniz?

Evet ben daha önce doktora tezimi yazarken İstanbul’daki Hıristiyan Iraklı göçmenlerin müzik pratikleri üzerine çalışmıştım, şimdi de İstanbul’daki Suriyeli göçmenler ve özellikle de profesyonel müzisyenlerle ilgili bir çalışma yürütüyorum. Bu iki göçmen topluluğun ortak yönleri Ortadoğu’dan gelen topluluklar olmaları dışında biri geçici (Iraklı Hıristiyanlar), diğerinin ise uzun zaman kalıcılığı kabul edilmemiş (bu hala geçerli) yeni gelen göçmen topluluklar olmaları.

Yeni gelen ve geçici göçmen toplulukların hem yasal statülerinin kırılganlığı hem dille ilişkileri hem de henüz kurumsal araçlara sahip olmamaları, onların deneyimini, ikinci üçüncü kuşakların ortaya çıktığı kalıcı topluluklardan epeyce farklılaştırıyor. Şu anda Suriyeli göçmenler bu açıdan bir geçiş sürecindeler, artık müzik okullarını, kendi müziklerini icra edebilecekleri bazı ticari mekanları kendileri işletir hale geldiler. Daha önce geçicilik ev kalıcılık arasındaki farkın müzik pratiklerine yansıması üzerine çalışıyordum. Şimdi ise bu geçişi anlamaya çalışıyorum.

  • Türkiye’de ve bilhassa İstanbul’da sokaklarda amatörce ve/veya profesyonel olarak müzik yapan göçmen müzisyenlere dair rakamsal veri var mı?

Rakamsal bir veri yok maalesef çünkü bu konuda tutulan bir kayıt yok. Ama az önce de söz ettiğim gibi, Suriyeli müzisyenler açısından başka imkanlar ortaya çıktıkça sokakta müzik yapan müzisyenlerin sayısı düşüyor ya da dönem dönem ihtiyaç halinde sokakta çalan müzisyenler var. Ama sokakta müzik yapan göçmen müzisyenler sadece Suriye’den gelenler değil. Özellikle İran’dan gelip sokakta çalan çok sayıda müzisyene de rastlamak mümkün.

  • Anavatanından uzak bir coğrafyada müzik yapmak, müzisyeni nasıl etkiliyor sizce? Ve elbette ki ürettiği müziği de bu bağlamda yorumlamak gerekir değil mi?

Sokak müzisyenliği açısından soruyorsanız, sokakta çalınan standart bir repertuvarın oluştuğundan söz edebiliriz. Anavatanlarında her ne tür müzik yapıyor olurlarsa olsunlar, sokakta ya da belli etkinliklerde o standart repertuvarı -ki bu genellikle eğlenceye yönelik, popüler bir Arapça repertuvar- çalıyorlar. Dolayısıyla kendi müziksel ilgilerini sergileyecek mecra bulmaları daha güç, bunun için genellikle interneti kullanıyorlar.  Bunun yanı sıra, sokak müzisyenliği zaten Suriyeli müzisyenler için anavatanda olmayan yeni bir deneyim.

  • Çoğu İstanbul’da yaşayan Suriyeli müzisyenlere dair yürüttüğünüz “Sınırın Ötesinden Sesler” projesinden bahseder misiniz?

Suriye’den gelen müzisyenlerle görüşmeler yapmaya başladığımda, aynı anda aklımda kendi akademik çalışmamın akademi dışına ne söyleyebileceği sorusu da vardı. Süreç içinde hem göçmen müzisyenlerin kendi deneyimlerini aracısız olarak aktarabilecekleri, hem de ihtiyaç halinde kendilerini tanıtmakta kullanabilecekleri bir araç olarak bir video-görüşme serisi yayınlama fikri ortaya çıktı. Videograf Umut Sülün’le birlikte çalıştık ve başka arkadaşlarımız da teknik süreçlerde bize destek oldular. Bir vakfın desteğiyle 2016 ve 2018 yıllarında 6 müzisyenle yaptığımız görüşmeleri yayınlayabildik, bir de bu serinin üç videoluk bir kardeş serisi, Sınırın Ötesinden Sanat ortaya çıktı.

Elbette “Suriyeli” gibi bir etiketin, Suriye’den göç eden toplumun içerdiği farklı etnik, dini, sınıfsal vs. kimlik ve grupları tanımlamakta son derece yetersiz olduğu muhakkak. Bu açıdan hangi müzisyenlerle görüşeceğimiz, kimlerin “temsil edici” olacağı gibi sorular bizi oldukça zorladı ama söz ettiğimiz çeşitliliği, olabildiğince yaş, cinsiyet, müzik geçmişi gibi parametreleri de göz önüne alarak yansıtmaya çalıştık. Videolar aynı adlı YouTube kanalından erişime açık.

  • Anaakım medyada çoğunlukla ötekileştirici bir dil ile ‘dehşet’ haberlerinde anılan göçmenlerin, sanatla/müzikle haber olabilmesi ne kadar mümkün sizce?

Aslında bu gibi “başarı” öyküleri de zaman zaman haber yapılıyor. Ama asıl olan iyi örnekleri bulup bunlar üzerinden bir meşrulaştırma çabası olmamalı. Göçü insani bir mesele olmaktan çok, hak temelli bir konu olarak konuşmalıyız. Suriye’den gelen göçmenleri bu coğrafyanın “misafirleri” olarak görmekten vaz geçmek, uluslararası bir statü olan mültecilik haklarını tanımak gibi çok önemli adımlar atılması gerek. Ancak maalesef güncel uygulama bunun tam tersi yönde. Bugünlerde İstanbul’da çok sayıda Suriyeli göçmen evraklarının eksik olduğu bahanesiyle Suriye’ye geri gönderilmekte. Bu yasadışı uygulamanın durulması ve Suriyeli göçmenlerin Türkiye’de güvenli ve eşit koşullarda yaşayabilmeleri için sosyal politikaların geliştirilmesi elzem. Türkiye’deki Suriyeli toplumunu o zaman “Suriyeli” etiketinden kurtulacak.

  • ‘Müziğin sınırların ötesinde olduğu, birleştirici/evrensel bir dil’ olduğu söylenir ya, siz bu alanda kafa yoran biri olarak bu söyleme ne kadar katılıyorsunuz?

Biz etnomüzikologlar olarak müziğin evrensel bir dil olduğu söylemine karşı çıkarız. Zira, tüm evrensellik iddialarında olduğu gibi, orada da kastedilen, daha ziyade Batı çoksesli müziğine yakıştırılan bir evrensellik iddiasıdır. Ancak başka bir kültürün müziğini dinlemenin, o kültüre belli bir düzeyde aşinalık, hatta sempati duymaya yol açtığına ilişkin bazı araştırmalar var. Yine, yemek ve müziğin genellikle başka bir kültürle ilişki kurarken kolaylaştırıcı bir etkisi olduğuna yönelik bir genel kanıdan söz edebiliriz. Suriye ve Türkiye açısından bir takım kültürel yakınlıkları da hesaba katarsak müziğin olumlu bir rol oynayacağını düşünmek mümkün. Ancak aynı ölçüde ayrıştırıcı olması da mümkün, çünkü Arap kültürüne yönelik bir ön yargıyı açığa çıkarması da söz konusu. Dolayısıyla ben, bu gibi ifadeleri, olabildiğince romantize etmeden, gerçekten gündelik yaşam içinde ne olduğunu anlamaya çalışarak kullanmakta fayda görüyorum.

Göçmenin Müziği Müziğin Göçü- Mehtap Demir 2

Göçmenin Müziği Müziğin Göçü’nün 9 Ekim 2018 tarihli programında etnomüzikolog Mehtap Demir’le sohbetimiz devam ediyor. Sohbetimizin ikinci haftasında Türkiye’den İsrail’e taşınan müzikal etkileri konuşuyoruz. Programın kaydına linkten erişilebilir.

http://acikradyo.com.tr/podcast/209599

Göçmenin Müziği Müziğin Göçü-Hamode Sheikhali

Hamode Sheikali’yle eğitimden müzik piyasasına Suriye’de ve Türkiye’de müzisyenliği konuştuğumuz 17 Temmuz 2018 tarihli Göçmenin Müziği Müziğin Göçü kaydına linkten ulaşabilirsiniz.

http://acikradyo.com.tr/podcast/208583

Neden Geldim New York’a

1+1 Forum‘da yayınlandı. 10 Şubat 2018.

http://www.birartibir.org/kultur-sanat/9-neden-geldim-new-york-a

OSMANLI DİYASPORASININ ABD’DEKİ MÜZİKAL SERÜVENİ
İmparatorluktan cumhuriyete geçiş, Türkiye’de hayata geçirilmiş müzik politikaları açısından çokça konuşulmuşsa da, Osmanlı’nın Türk olmayan kültürel mirasının hem bu coğrafyada hem de göç edilen topraklarda nasıl yaşadığı pek bilinmiyor. Etnomüzikolog Mustafa Avcı’nın, New York’ta doktora yaptığı yıllarda bir şarkının peşine düşerek başladığı araştırma[i], New York’ta oluşmuş bir Post-Osmanlı diyaspora topluluğunun yirminci yüzyılın ilk yarısındaki müzik üretimine ışık tutuyor.
Allen Street’teki Türk Kulübü (1942) Kaynak: Amerikan Kongre Kütüphanesi Arşivi

Araştırmanız Osmanlı coğrafyasından New York’a göçmüş toplulukların 20. yüzyılın ilk yarısında orada yarattıkları müzik sahnesini konu alıyor. Biraz açarsak kimler bunlar? Genel olarak gayrimüslimler mi?  

Mustafa Avcı: Aslında göç dalgası 1830’lu yıllardan itibaren başlıyor, ilk kuşak göçmenlerin beklentisi biraz çalışıp, para kazanıp memleketlerine geri dönmek. Türklerden ve Ermenilerden gidip dönenler oluyor bu süreçte. Fakat 19. yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı coğrafyası özellikle gayrimüslimler açısından yaşanılamaz hale gelmeye başlıyor. Hıristiyanlar başı çekmekle birlikte, aralarında az da olsa Müslümanlar da olmak üzere, farklı inanç gruplarından insanlar Yeni Dünya’ya göç ediyorlar. Bunların arasında Rumlar, Ermeniler, Araplar, Süryaniler, Yakubiler, Arnavutlar, Pontus Rumları, Sefarad Yahudileri var.

Marika Papagika – Smyrneiko Minore

İlk durak değil mi New York? Nasıl bir müzik ortamı yaratıyorlar orada? Kentin neresinde mesela?

New York bilindiği üzere göçmenlerin Amerika’ya giriş yaptıkları temel liman. Bu yüzden de ilk gelenler özellikle New York’ta ve Doğu yakasının New Jersey ve Boston gibi belli başlı büyük şehirlerinde kendilerine yeni hayatlar kurmaya başlamışlar. Hem ülkeye giriş noktası hem de plak şirketleri için önemli bir merkez olması sebebiyle New York bu hikâyede özel bir yerde duruyor. Bir de tabii New York’un kalabalık bir Osmanlı nüfusunu barındırabilecek kadar büyük bir şehir olmasının önemli bir rolü var. Önce plak kayıtları sayesinde Marika Papagika, Achilleas Poulos, Marko Melkon gibi müzisyenler belirli bir şöhrete kavuşuyorlar ve bu yolla böyle bir piyasanın varlığı keşfediliyor. Ardından bu müzisyenlerden bazıları, plaklardan kazandıkları paralarla, müzikli kafeler ve gece kulüpleri açmaya başlıyorlar. Bilinen en eski eğlence mekanı Marika Papagika tarafından açılan bir Café Aman. Marika’s Café Aman 1925 yılında açılıyor ve ne yazık ki 1929 yılında ekonominin çöküşüyle beraber batıyor. Bu kafe ya da kulübün açılmasını takip eden yıllarda başka mekânlar açılıyor ve aşağı yukarı 80’lerin başlarına kadar özellikle 8. Cadde üzerinde pek çok gece kulübü, kafe, restoran ve bu müzikleri basan ve satan plak şirketleri açılıyor. Bu kulüplerden bazılarının isimleri; Café Aman Pavsipilion, Port Said, Omar Khayyam’s, Arabian Nights, Egyptian Gardens, Grecian Palace, Brittania, Seventh Veil. Bunun dışında Jo Levy adlı bir Osmanlı yahudisinin Allen Street üzerinde çalıştırdığı Turkish Club var. Sonra 1970’li yılların sonlarında faaliyet göstermiş, ve müzikolog Walter Feldman’ın anılarından bahsettiği, Haroot’s adında bir kafe var.

Achilleas Poulos – Neden Geldim Amerika’ya

Achilleas Poulos’un bahsi geçmişken Neden Geldim Amerika’ya’yı anmadan geçmeyelim. Bu şarkı araştırmanızın merkezinde…

Bu şarkıyı Türkiye dinleyicisi Neden geldim İstanbul’a olarak 1993-94 yıllarında Erkan Oğur’la (‘93 yılında çıkan Fretless albümü) ve Burhan Çaçan’la (Ekim 94’te çıkan Neden Geldim İstanbul’aalbümü) tanımıştı. Şarkıyla ilgili olarak “Bir arkadaşımın arkadaşından duydum bu şarkının aslı Neden geldim Amerika’ya’ymış gibisinden söylentiler duyuyorduk, ama bunlar Bruce Lee’nin vücuduna bıçak işlemiyormuş gibi şehir efsanelerinin arasında kaybolup gidiyordu. (gülüyor)Meraklı, fakat imkânı olmayan insanlar olarak, elimizde bu söylentileri doğrulayabilecek bir kaynak yoktu. Ne doğru dürüst internet vardı ne de koleksiyoncu parçası kabul edilebilecek bu gibi müzikleri para vermeden dinleyebileceğimiz YouTube ya da Bandcamp gibi mecralar. Dolayısıyla, bir lisans öğrencisiyken, bu koşullarda, neden New York’ta böyle bir şarkı bestelendiğini/yazıldığını aklım bir türlü almıyordu. Neden Geldim Amerika’ya ile ilgili Erkan Oğur’un anlattığı hikâyenin bir kısmı hatalı, fırsat bulmuşken düzelteyim. Erkan Oğur, o dönem verdiği söyleşilerde şarkının Harputlu bir Ermeni tarafından Harput tavrıyla bestelendiğini söylemiş. Şarkının Harput ya da genel olarak curcuna usulündeki Doğu ve Güneydoğu havalarının tavrıyla bestelendiği doğru, fakat şarkının bestecisi olduğunu düşündüğümüz Achilleas Poulos (22 Temmuz 1893 – 1 Aralık 1970) Balıkesir doğumlu Türkçe, Rumca, Ermenice konuşan bir Rum.

Neden Geldim Amerika’ya çok iyi bir örnek: Gurbet ve hasretin yaktığı insanlar bunlar, duruma uygun sözler yazıyorlar ve curcuna yöresinin tavrına uygun bir tavırla bu sözleri besteliyorlar ya da Türkçedeki bir tabirle, “türkü yakıyorlar”.

Bir araştırmamda Keldani göçünün Kuzey Amerika’daki izini de takip etmeye çalışmıştım, New York’ta pek büyük bir topluluk yok, onlar için örneğin “Arap kenti” Detroit gibi başka önemli merkezler var. 1920’lerde Arapça konuşan hıristiyan ve müslüman topluluklar, söz ettiğimiz müzik sahnesiyle bütünleşik mi?

İlk dönem kayıtlarında Naim Karakand adlı çok önemli bir katolik Suriyeli kemancı var, Türkçe kayıtların bazılarında da Ermenilerle ve Süryani müzisyenlerle beraber çalıyor, mesela Dikran Efendi’ye 1912 yılında üç kayıtta eşlik ediyor. Karakand dışında bu bahsettiğiniz gibi bir ilişkiye özellikle ilk dönem kayıtlarında pek rastlayamıyoruz. Öyle görünüyor ki, Osmanlı’nın batısından gelen halklar, Anadolu Ermenileri, Rumları ve Sefarad Yahudileri, hatta Arnavutlar ve Makedonlar kültürel olarak birbirlerine çok daha fazla yakınlar. Bu aslında Klasik Osmanlı müziği geleneğindeki icracı ve bestecilere baktığımızda da gözlemlediğimiz bir durum, yani Ermeni, Rum ve Yahudi bestecilere sıklıkla rastlamamıza rağmen, bu müzik geleneğinde kabul görmüş Arap bestecilere hemen hemen hiç rastlamayız. Yine de Arap müzisyenlerle ya da anadili Arapça olan müzisyenlerle ilgili kesin bir yargıya varabilmek için bu dönemin daha detaylı çalışılması lâzım.

Marko Melkon Marko Melkon And His International Oriental Orchestra albümünün kapağından

Plak şirketlerinden bahsettiniz. 1920’lerde New York’taki plakların kaynağı da bu mekânlarda icra edilen müzik olsa gerek. Kaydı yapanlar kimler?

Evet, bu mekânlarda icra edilen müzikler ve repertuarın bir kısmı, plaklara da kaydedilmiş. Bu repertuar ilk başta Berliner, Vitor RCA, Columbia gibi büyük plak şirketlerinin ilgisini çekiyor. Fakat büyük buhranın yol açtığı ekonomik sıkıntılar yüzünden bahsi geçen şirketler Osmanlı müzikleri piyasasından çekiliyor. Büyük firmaların piyasadan çekilmesinden sonra yapılan kayıtlar özellikle Ermenilerin ve Rumların kurdukları Constantniople, Harry’s Oriental, M.G. Parsekian, Pharos, Panhellenion, Bilbil Records, ME-RE Records, Kalaphon, Balkan ve Metropolitan gibi plak şirketleri tarafından yapılıyor.

Neden Geldim New York’a ile ilgili Erkan Oğur’un anlattığı hikâyenin bir kısmı hatalı, fırsat bulmuşken düzelteyim. Oğur, verdiği söyleşilerde, şarkının Harputlu bir Ermeni tarafından Harput tavrıyla bestelendiğini söylemiş. Şarkının Harput ya da genel olarak curcuna tavrıyla bestelendiği doğru, fakat şarkının bestecisi Achilleas Poulos Balıkesir doğumlu Türkçe, Rumca, Ermenice konuşan bir Rum.

Andığınız mekânların saydığın topluluklar için ortak eğlence yerleri olduğunu söyleyebilir miyiz? Bütünleşik bir post-Osmanlı diyasporasından bahsetmek mümkün mü?

Bunların bu toplulukların düğün, dernek, piknik gibi eğlenceleri dışında, özellikle erkeklerin eğlenmek için bir araya geldikleri mekânlar olduğunu söyleyebiliriz. Onları bir araya getiren şeylerin en başında galiba müzik geliyor, aşina oldukları sesleri ve dilleri duymak gurbette bir insanın yaşadığı en önemli yoksunlukların başında geliyor. Tabii bir de yeme içme kültürü bu insanlar için önemli bir birleştirici rolü oynuyor.

Yemek kültürü kültürel yakınlığın en bariz göstergelerinden biri, bugün bile New York’ta Türk ve Yunan restoranlarının müşteri profili aynı. Diğer New Yorklular da gidiyor muydu bu mekânlara?

Harold Hagopian ile yaptığım bir görüşmede bana bu kulüplerin, dönemleri için oldukça klas ve ilginç mekânlar olarak algılandıklarını söylemişti. Dönemin önemli Hollywood yıldızları ve New Yorklu cazcılar ve müzisyenler de bu mekânlara müzik dinlemek ve buoralarda sahne alan dansözleri seyretmek için geliyorlarmış. Bunun dışında bir de Yunanistan’dan New York’a mal taşıyan gemilerde çalışan denizcilerin çok önemli uğrak noktalarından birisiymiş bu mekânlar. Walter Feldman da anılarında bu Yunan gemicilerden bahseder. Türkiye’den New York’a giden Türkler de bu mekânlara uğruyormuş. Mesela döneminin dünya çapında şöhretli dansözlerinden Nejla Ateş bu mekânlarda dans etmiş. Sonra, Zeki Müren 1963 yılındaki Amerika seyahatinde Port Said Café’ye gidip müzik dinlemiş ve hatta şarkı söylemiş. Nejla Ateş’le şampanya kadehi tokuşturdukları bir fotoğrafları var mesela Milliyet’te.

Onnik Dinkçiyan Diyarbakır Ermenicesiyle şarkı söyleyen son şarkıcı. Repertuarını o eski, kaybolmaya yüz tutmuş dil ile söylüyor, bu da onu çok özel yapıyor.

Tercüman Gazetesi (16 Kasım 1963) kaynak: Geçmiş Gazete

Türkiye’den gidenlerden söz etmişken, Türkiye’yle ilişkiler nasıl? Düzenli gidiş gelişler var mı? Ya da buradaki müzik orada dinleniyor mu?

Türkiye’den ithal edilen, ya da orada basılan Türkçe plaklar var. Bunların arasında Mısırlı İbrahim Efendi, Şeker Hanım, Tanburi Cemil Bey, Hafız Yozgatlı Süleyman Bey, Neşet Bey, Kemani Memduh, Hafız Burhan, Hafız Saadettin Kaynak, Lale Nergis gibi isimler var. Ayrıca 1940’lı yılların sonlarından itibaren buradan oraya taşınan ya da gidip gelen müzisyenler ve dansçılar var: Tarık Bulut, Udi Hrant, Ahmet Yatman, Emin Gündüz, Necla Ateş, Özel Türkbaş ve Mine Coşkun bu isimlerden bazıları. Atlantic Records ve dolayısıyla Ahmet Ertegün ve Arif Mardin gibi müzisyenler ve prodüktörler de bu isimlerle ilişki içinde.

Bu ilişkilerin orada ya da burada müzik icrasına etkisi hakkında bir şey söylemek mümkün mü ? Onnik Dinkçiyan’ı dinlediğimde sadece Ermenice değil Türkçe bir repertuvarın da orada korunduğu hissine kapılmıştım. Tersine ilişki de aynı şekilde bir tazelenme taşımış olabilir New York’taki müzik icrasına.

Onnik Dinkçiyan hem tavır olarak hem de şarkı söylediği dil açısından özel bir icracı. Bir gün bize müzikli anılarını anlatırken, repertuarında olan Türkçe birkaç şarkıdan örnek verdiğinde, tavrının hakikaten çok eskilerden kalan nefis bir tavır olduğunu hissetmiştim. Ayrıca Onnik Dinkçiyan Diyarbakır Ermenicesiyle şarkı söyleyen son şarkıcı. Repertuarını o eski, kaybolmaya yüz tutmuş dil ile söylüyor, bu da onu çok özel yapıyor. Genel olarak düşününce de bizim burada unuttuğumuz ve orada söylenip kaydedilen bir repertuar olduğu muhakkak. Bunun yanında tabii bu müzik sahnesini geçmişten günümüze kalmış bir zaman kapsülü olarak da düşünmemek lâzım. Çünkü bu müzik kültürü aynı zamanda geleneğin sürekli yeniden icat edildiği de bir yer. Bu müzik kültürüyle özdeşleşmiş Neden Geldim Amerika’ya çok iyi bir örnek: Gurbet ve hasretin yaktığı insanlar bunlar, duruma uygun sözler yazıyorlar ve curcuna yöresinin tavrına uygun bir tavırla bu sözleri besteliyorlar ya da Türkçedeki bir tabirle, “türkü yakıyorlar”. Bestelemek demişken; Ermeni halayları ve dansları açısından curcuna usulündeki havalar çok önemli bir yer tutuyor. Bu noktada Ermeni müzisyenler beğendikleri başka usullerdeki Türkçe ve Ermenice havaları curcunalaştırıyorlar, yani curcuna usulüne çeviriyorlar; böylece yeni şarkılar besteleniyor ve icat ediliyor.

Osmanlı diyasporası müzisyenleri özellikle ‘50’li ve ‘60’lı yıllarla beraber oldukça deneysel bazı kayıtlar yapıyorlar. Bu kayıtlarda kendi müziklerini rock’n’roll’la, cazla ya da klasik müzikle harmanladıklarını görüyoruz. Chick Ganimian’ın 1958 yılında çıkardığı ve kendi çapında bir pop hiti olan Daddy Lolo rock‘n’roll ve Anadolu müziğinin enfes bir şekilde iç içe geçtiği öncü denemelerden biri.

Az önce mekânların Amerikalı konuklarından bahsettik, Amerikalı müzisyenlerle ortak kayıtlar da var değil mi? Nasıl bir müzik çıkıyor ortaya? En azından belli genre’lar üzerinde bir etkisi olmuş mu buradan giden müziğin?

Buradan giden müzisyenlerin oradaki bazı müzisyenleri etkiledikleri şüphesiz. Bu etki özellikle dünyanın farklı seslerine çok daha fazla açık olan caz müzisyenlerinde olduğunu söyleyebiliriz. Her ne kadar Dave Brubeck & Paul Desmond aksak ölçülerle Türkiye’de tanıştıklarını söyleseler de, yine Harold Hagopian’a göre Brubeck ve Desmond’ın New York’taki bu kulüplere takıldıklarına dair bazı söylenceler var. Ünlü Cazcı Herbie Mann’in Impressions of the Middle Eastve The Wailing Dervishes albümlerinde klarinet ve ud çalan Ermeniler, kanun çalan bir Türk müzisyen var.[ii] Bunun yanı sıra, Osmanlı diyasporası müzisyenleri özellikle 50’li ve 60’lı yıllarla beraber oldukça deneysel bazı kayıtlar yapıyorlar. Bu kayıtlarda kendi müziklerini rock’n’roll’la, cazla ya da klasik müzikle harmanladıklarını görüyoruz. Chick Ganimian’ın 1958 yılında çıkardığı ve kendi çapında bir pop hiti olan Daddy Lolo rock‘n’roll ve Anadolu müziğinin enfes bir şekilde iç içe geçtiği öncü denemelerden biri.

Bu araştırma bir kitaba dönüşecek mi?

Aslında uzun süredir en çok istediğim şeylerden birisi bu araştırmanın bir kitaba dönüşmesi. Bu konuya merakım New York’ta doktora yapmaya başladığım 2007 yılında başladı. 2010’da NYU’da sadece bu müzikleri anlatan ve Amerikalı öğrencilerin bile ilgisini çekmeyi başarabilen bir ders açtım ve o dönem epeyce yazma fırsatı buldum. 2013’te Türkiye’ye döndüm ve tezimi bitirmek için bu konuya biraz ara verdim. Tezimi bitirdiğimden beridir de fırsat buldukça ufak ufak yazmaya çalışıyorum. Hedefim çok fazla vakit kaybetmeden bu araştırmayı bir kitap olarak yayınlamak.

Mustafa Avcı

Etnomüzikolog ve kültür tarihçisi, besteci. Lavta ve bağlama çalıyor. Altınbaş Üniversitesi, Sosyal Bilimler Bölümü’nde öğretim üyesi, 2005’te Boğaziçi Üniversitesi İktisat Bölümünü bitirdi. 2009’da İTÜ Müzik İleri Araştırmalar Merkezi (MİAM) Müzik bölümünden Yüksek Lisans derecesini aldı. Akademik çalışmalarını sürdürmek için 2007 ‘de girdiği New York University Müzik bölümünden, 2015’te doktora derecesiyle mezun oldu. Doktora araştırmasını Osmanlı’dan günümüze köçeklik kültürü üzerine yaptı ve bu konuda bir doktora tezi hazırladı. Ayrıca Osmanlı-Türkiye müziklerinin bir kronolojisini çıkartmaya çalıştığı Müzikli Takvim adında bir projeyle uğraşıyor.

[i] New York Osmanlı Diyasporası Müzikleri (1910-1980): 20. yüzyılın ilk yarısından Ermenice, Rumca ve Türkçe Osmanlı şehir müziği, New York “Türküleri” ve Halk Şarkıları başlıklı araştırma temel olarak Anadolu’dan koparılıp Amerika’ya göç etmek zorunda bırakılan Ermenilerin, Batı Anadolu ve Karadeniz (Pontus) Rumlarının, Sefarad Yahudilerinin ve sayıları daha az olmakla birlikte Süryanilerin ve Yakubilerin, New York’a yerleşmeleri ve burada kendilerine yeni bir hayat kurmalarıyla başlayan dönemle ilgileniyor.
Özellikle 19. yüzyılın sonlarıyla, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Anadolu’daki yıkımdan kaçıp yeni dünyaya göç eden bu insanların hikayesi çok temel bir ortaklık üzerinden devam etmiştir: Anadolu Kültürü⁠ ve müziği. New York’taki büyük plak şirketleri tarafından 1910’lu yılların başında kaydedilmeye başlanan Anadolu müzikleri bu noktada önemli bir dönemeç noktasına işaret eder. Çünkü bu kayıtlar sayesinde ciddi kazançlar elde eden müzisyenlerden bir kısmı, New York’ta müzikli mekânlar açmaya başlamışlardır. Mani kahveleri/semai kahveleri de diyebileceğimiz bu Cafe Aman’ların açılmasıyla beraber özellikle New York’un 8. caddesinde restoranlar, gece kulüpleri, ve Osmanlı-Anadolu müziği yayınlayan plak şirketlerinin de açılmıştır. Mustafa Avcı, bu araştırmasında 1910’lu yıllarda başlayan ve 1980’li yıllara kadar devam eden işbu Anadolulu “8. Cadde” hayatının bir panoramasını çıkarmaya, Osmanlı-Anadolu ses kayıtları tarihine ve tarih yazımına yepyeni bir bakış açısı getirebilecek zenginlikteki bu repertuar ve müzik kültürünün tarihini yazmaya çalışıyor.
[ii] Her iki albümde de Ud da Chick Ganimian ve Klarinette Hachig Thomas Kazarian Herbie Manna’a eşlik ederken, The Wailing Dervishes’de kanunu Eşber Köprücü çalıyor. Kaynak: Talat S. Halman, liner notes to Impressions Of The Middle East, Herbie Mann, Atlantic, LP, 1967. Herbie Mann, liner notes to The Wailing Dervishes, Herbie Mann, Atlantic, LP, 1967.

Göçmenin Müziği Müziğin Göçü-Hozan Othman

Suriyeli Kürt müzisyen Hozan Othman’la 5 yılı aşkın süredir İstanbul’da yaşayan bir müzisyen olarak deneyimini konuştuğumuz 5 Haziran tarihli Göçmenin Müziği Müziğin Göçü kaydına linkten ulaşabilirsiniz.

http://acikradyo.com.tr/podcast/208373

Göçmenin Müziği Müziğin Göçü- Omer Alkilani/Mood Band

İstanbul’da Suriyeli müzisyenler tarafından kurulan Mood Band’i ve göçmen müzisyenlerin İstanbul’da müzik yapma imkanlarını grubun üyelerinden Omer Alkilani ile konuştuğumuz 19 Haziran tarihli Göçmenin Müziği Müziğin Göçü kaydına linkten ulaşabilirsiniz.

http://acikradyo.com.tr/podcast/208374

Göçmenin Müziği Müziğin Göçü- Country for Syria

Göçmenin Müziği Müziğin Göçü’nde Owen Harris’le, farklı göçmenlik deneyimlerini bir araya getiren Country for Syria’yı konuştuğumuz 22 Mayıs tarihli programı linkten dinleyebilirsiniz.

http://acikradyo.com.tr/podcast/207855

Göçmenin Müziği Müziğin Göçü tüm kayıt arşivine erişmek için:

http://acikradyo.com.tr/program/196924/kayit-arsivi

Göçmenin Müziği, Müziğin Göçü- Omer Alkilani/ Startup Band Istanbul

Suriyeli müzisyen Omer Alkilani’yle, Türkiye’nin çeşitli illerinden 40 kadar göçmen ve yerli müzisyenin katıldığı Startup Band Istanbul müzik kampını ve yarışmasını konuştuk. Omer’i tanımak ve yarışmada dereceye giren şarkıları dinlemek için 19 Aralık kayıtlı programı linkten dinleyebilirsiniz.

Göçmenin Müziği, Müziğin Göçü tüm program kayıtları için: http://acikradyo.com.tr/program/196924/kayit-arsivi

Sesime Ses Ver: İstanbul’un Müzisyenleri-Videolar

Ekim ayında, 15. İstanbul Bienali kapsamında gerçekleşen ve göçmen ya da yerleşik tüm İstanbul’lu müzisyenleri birlikte müzik yapmaya davet eden atölyemizin videoları yayında!

Hazırlık aşamasını ve atölyeyi tanıtan kısa video için tıklayın.

Atölyenin tamamını izlemek için:

1. Tanışma ve sohbet

2. Jam session

Göçmenin Müziği, Müziğin Göçü Podcast!

Açık Radyo’nun yeni yayın döneminde iki haftada bir Salı günleri 19.00-19.30 arasında Açık Dergi içinde yayınlanacak yeni bir programa başladık! Başladık diyorum çünkü her programda, müzikolog/etnomüzikolog, iletişimci, müzik yazarı, müzisyen ve sanatçı konuklarım olacak; ayrıca olabildiğince göçmen müzisyenlerin sesine kulak vermeye çalışacağız.

Göçmenin Müziği, Müziğin Göçü’nün geçmiş programlarını Açık Radyo sitesinden ya da podcast olarak iTunes üzerinden dinleyebilirsiniz. 22 Ekim tarihli ilk program yayında; Önümüzdeki program 7 Kasım’da!

Göçmenin Müziği, Müziğin Göçü

Müzik, çalgısını götüremese bile müzik hafızasını yanında taşıyan göçmen için hem geçmişle kurulan bağı hem yeni bir hayatın olanaklarını ifade eder. Sebepler, coğrafyalar, statüler, göçün kitleselliği, göç edilen topraklarda geçirilen süre gibi çok çeşitli parametrelerle birbirinden ayrılan göç deneyimleri çok farklı müziksel davranış ve ürünler ortaya çıkarır. Başka bir deyişle, müzik üzerinden çok çeşitli göç deneyimlerine yaklaşmak mümkün olabilir.

Program, göçün müzik üretimine etkisini farklı müzik kültür ve türleri üzerinden geniş bir çerçevede ele almayı amaçlıyor. Her hafta davetli konuklarla, yakın coğrafyadaki göç deneyimleri merkezde olmak üzere, göçün kültürel üretime etkisi müzik bağlamında tartışılıyor.

http://acikradyo.com.tr/program/196924/kayit-arsivi

Türkiyeli ve Göçmen Müzisyenler Müzik Atölyesinde Buluştu

Büşra Cebeci’nin Sesime Ses Ver: İstanbul’un Müzisyenleri üzerine haber ve röportajları.
 www.bianet.org’da 28 Ekim 2017’de yayınlandı

https://bianet.org/biamag/sanat/191030-turkiyeli-ve-gocmen-muzisyenler-muzik-atolyesinde-bulustu 

Türkiyeli ve Göçmen Müzisyenler Müzik Atölyesinde Buluştu

15. İstanbul Bienali kapsamında gerçekleşen “Sesime Ses Ver” etkinliği İstanbul’da yaşayan Türkiyeli ve Türkiye’ye göç eden müzisyenleri bir araya getirdi.

Bu yıl “İyi bir komşu” temasıyla düzenlenen 15. İstanbul Bienali, “Sesime Ses Ver” adlı müzik atölyesi etkinliği ile Türkiyeli ve Türkiye’de yaşayan göçmen müzisyenleri buluşturdu. 22 Ekim’de İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nda (İKSV) düzenlenen müzik atölyesine pek çok müzisyen katıldı.

Etkinlik, atölye yürütücüsü olan Evrim Hikmet Öğüt’ün konuşması ile başladı. Öğüt, konuşmasında katılımcılara etkinliğin çıkış noktası ve amacından bahsetti.

Türkiyeliler ile göçmenlerin aynı kenti, mahalleleri, apartmanları paylaştıklarını ve komşu olduklarını söyleyen Öğüt, projenin “Müzik, kültürlerarası etkileşimde bir zemin oluşturabilir mi?” sorusuyla ortaya çıktığını söyledi.

Öğüt, bu etkinlik ile Türkiyeli ve göçmen müzisyenler arasında iletişim sağlamayı ve dostluk bağları kurmayı amaçladıklarını belirtti.

Müzisyenlerin tanışmasıyla devam eden etkinlikte, müzisyenler sırayla söz alarak kendilerini, deneyimlerini ve etkinliğe dair düşüncelerini anlattılar.

Tanışmanın ardından müzisyenler Serbest Sahne etkinliğiyle dönüşümlü olarak birlikte sahne aldılar.

“Bizim insani temaslar kurmaya ihtiyacımız var”

15. İstanbul Bienali kapsamında gerçekleşen “Sesime Ses Ver” etkinliğinin atölye yürütücülüğünü üstlenen Evrim Hikmet Öğüt, etkinliğe dair bianet’e konuştu.

Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz?

Mimar Sinan Üniversitesi’nde çalışıyorum. Etnomüzikoloğum.

Müzik ve Göç ilişkisi üzerine çalışıyorum. Daha önceki İstanbul’daki Iraklı Hıristiyan mültecilerle çalışmıştım, bir süredir de Suriyeli müzisyenlerle görüşme yapıyorum.

“Sesime Ses Ver”  etkinliğinin çıkış noktası neydi, nasıl gelişti bu fikir?

Esasında etkinliğin çıkış noktası, “Müzik, Türkiyeli ve Suriyeli halklar ve daha özelde, göçmen ve yerleşik  müzisyenler için bir iletişim aracı olabilir mi?” sorusuydu.

Tam da Bienal’in teması “İyi bir komşu” iken, “Türkiye’de yaşayan üç milyondan fazla Suriyeli ve 70 milyondan Türkiyeli komşu olabilir miyiz? Ortak bir yaşam kültürü oluşturabilir miyiz?” gibi sorular çevresinde şekillendi atölye fikri. Özellikle Suriyeli mültecilerle ilişkimizi düşünecek olursak, eskiden komşu ülkelerde yaşayan; bugün artık aynı kentte, aynı mahallelerde, apartmanlarda yaşayan komşular olduk. Fakat bu halklar arasındaki temasın her yerde aynı yoğunlukta yaşandığını söylemek güç. Temas edeceğimiz, tanışıklık kurabileceğimiz ortak zeminlere ihtiyacımız var ki müzik bu açıdan çok verimli bir mecra olabilir.

Türkiye’de olumsuz bir göçmen, bilhassa da “Suriyeli” algısı var, bu etkinlik bir anlamda bu algıyı müzik üzerinden yıkmayı mı amaçlıyor?

Elbette. Bahsettiğim gibi, bence bizim insani temaslar kurmaya ve birbirimiz tanımaya ihtiyacımız var. Aslında geçtiğimiz ay İzmir’de saya işçilerinin gösterdiği çok önemli bir dayanışma örneği var, Türkiyeli ve Suriyeli işçiler hakları için birlikte mücadele ettiler ve okuduğum röportajlar sürecin kendileri için ne kadar dönüştürücü olduğunu ortaya koyuyordu. Bu örnekte olduğu gibi, sorunlarımızdan birbirimizi sorumlu tutmak yerine, birbirimizin gözünün içine bakıp ortak meselelerimizi kavramaya ve bunlarla birlikte mücadele etmeye ihtiyacımız var diye düşünüyorum.

Bu teması müzisyenler açısından düşündüğümdeyse, beraber müzik yapmaya müzik üzerinden tanışmaya, dayanışma ağları kurmaya ihtiyaç duyulduğunu görebiliyorum. Göçmen müzisyenler, kentte yerleşik müzisyenlerin dahil olduğu ve müzisyen olarak yaşamlarını sürdürmeleri açısından vazgeçilmez olan sosyal ağlara dahil değiller. Şu an için temaslar çok kısıtlı. Her türlü karşılaşma, hem göçmen müzisyenlerin İstanbul’daki müzik çevresi ve piyasasıyla ilişki kurması açısından çok değerli hem de tüm taraflar için ufuk açıcı, zenginleştiren bir deneyim vaat ediyor.

Bundan sonraki süreçlerde bu konuya ilişkin projeleriniz var mı?

Kişisel olarak, göç-müzik ilişkisi üzerine çalışmaya hem akademik alanda hem de akademi dışında devam ediyorum. Bu dönem bu konuda Açık Radyo’da bir radyo programı yapmaya başladım. Umut Sülün’le birlikte “Sınırın Ötesinden Sesler” başlıklı bir video görüşme serisi üzerinde çalışıyoruz.

Bu atölyenin devamı olacak mı diye sorarsanız, şimdi bitirdik ve herkes ayrılırken tekrar ne zaman görüşeceğimizi, devamının nasıl geleceğini soruyor. Öncelikle bugün atölyeye katılan kırktan fazla müzisyen için bir iletişim ağı oluşturacağız. Eminim devamı olacaktır.

Bugünkü etkinlikten beklentiniz neydi ve bu beklenti karşılandı mı?

Fazlasıyla karşılandı. Bugünkü etkinlik için, farklı müzik türlerinde ve ortamlarıyla çalışan Suriyeli, Türkiyeli ve Kanadalı müzisyenlerden oluşan iki ekip jam session sırasında çalınabilecek parçalar seçerek, başka müzisyenlerin de katılabileceği bir altyapı hazırlamış; bir anlamda ön hazırlık yapmışlardı. Sadece o iki ekipteki müzisyenler bile ikişer provada hem dostane hem de müzikal ilişkiler geliştirdiler; geleceğe yönelik planlar yapmaya başladılar, konser fikirleri doğdu. Dolayısıyla daha o aşamada başarıya ulaşmıştı bu proje. Bu akşam da burada çok sayıda müzisyen, sahne üzerinde otuz kadar müzisyen dönüşümlü olarak birlikte çaldılar. Herkesin çok keyif aldığına hiç kuşku yok ve eminim buradan kalıcı dostluklar, kalıcı ilişkiler, yepyeni müzikal fikirler çıkacaktır.

“Filistin’de sefalet içinde yaşamıyoruz, buraya bunu göstermek için geldim”

Basel Sadek, 23 yaşında, Filistinli ve üç aydır Türkiye’de yaşıyor.

Müzisyenliğin yanı sıra oturma izni alabilmek için bir hastanede tercümanlık yapan Basel, 9 yaşında müzikle uğraşmaya başlamış.

Mısır Kahire Üniversitesi’nde müzik üzerine eğitim alan Basel, daha sonra Filistin’e dönerek orada müzik alt yapısı ve ses mühendisliği üzerine çalışmış.

Filistinlilere yönelik “Sefalet içinde yaşayan, hiçbir şey bilmeyen bir halk” algısının var olduğunu söyleyen Basel, söylenenlerin aksine Filistin’de çok fazla imkanlarının olduğunu, bu olumsuz algıyı yıkmak üzere halkını temsilen İstanbul’da bulunduğunu belirtiyor.

Müzik alanında Filistin’deki imkanların nasıldı?

Filistin’de çok fazla imkan var, çok kaliteli ekipmanlara sahibiz ve oldukça profesyonel bir şekilde çalışıyoruz. Çok gelişmiş stüdyolarımız var.

Peki burada bulunma amacın nedir?

Biraz önce sorduğun sorunun cevabını vermek için buradayım aslında.

Bizi sefalet içinde yaşayan ve hiçbir şey bilmeyen bir halk olarak görüyorlar. Filistinli olduğumu söylediğimde insanlar, “Orada nasıl müzik yapıyorsunuz, müzikten anlıyor musunuz?” gibi sorular yöneltiyorlar.

Evet, biz Filistin’de müzik yapıyoruz, çok fazla imkâna sahibiz ve çok iyi sanatçılarımız var. Her sanat dalında kendinizi geliştirebilmeniz için olanaklar mevcut ve biz çok gelişmiş, medeniyeti seven bir halkız.

Filistin’de sefalet içinde yaşamıyoruz. Halkım adına bunu göstermek için Türkiye’ye geldim ve burada müzik yapıyorum.

Müzik yapmak için Türkiye’yi tercih etmenin özel bir sebebi var mı?

Ben yedi yıldır Türkçe biliyorum, Filistin’de kendi kendime öğrendim. Dil konusunda sıkıntı çekmeyeceğimi düşündüğüm için Türkiye’ye geldim. Bunun yanında kültürel olarak da yakın bir halk olduğumuzu düşünüyorum. Türkiye’yi kendi kültürümüze daha yakın buluyorum, bu da benim buraya alışmamı kolaylaştıracak bir unsur.

Burada bulunmak sana ne hissettiriyor?

İstanbul çok güzel bir şehir, insanlar da sıcak davranıyor. Yeni tanıdığınız insanlarla bile aranızda çok çabuk abilik kardeşlik ilişkisi kurulabiliyor.

Bu etkinlikle Türkiyeli müzisyenler ile farklı halklardan olup Türkiye’ye göç eden müzisyenler buluştu. Etkileşim ve kaynaşma amacıyla yapılan bir etkinlikti. Bu çerçevede etkinlik beklentilerini karşıladı mı?

Öncelikle Filistinli hiç kimseye rastlamadım, bu beni şaşırttı ve biraz da yalnız hissettirdi.

Onun dışında, buraya geleli uzun bir süre olmamasına rağmen Türkiyeli müzisyenlerden birçok şey öğrendim, hala da öğrenmeye devam ediyorum.

Bir insana yardım etmek için onu tanımak şart değil, buradaki halkta böyle bir tutum gördüm.

Uzun vadede Türkiye’de müzik yapmak istiyorum, şimdilik iki yıl süresince burada kalmak gibi bir planım var.

O nedenle bugün bu etkinlik benim için, geleceğe dair planlarım için iyi bir tecrübe oldu, farklı müzisyenlerle tanıştım. Ayrıca müzik yapılan ve müzik konuşulan bir ortamda bulunmak beni mutlu etti.

“Ölmek istemiyorum. Kimin tarafında savaşacağımı da bilmiyorum”

Ömer Alkilani, Suriyeli, 18 yaşında, iki yıldır ailesiyle birlikte Türkiye’de yaşıyor. İstiklal Caddesi’nde müzik yapıyor.

Müziğe nasıl başladın?

Babam ut çalıyor, o nedenle müzikle hep etkileşim içindeydim. Çocukluk yaşlarımdan bu yana, neredeyse 10 yıldır müzikle uğraşıyorum. Ben de babam gibi ut ile başladım, daha sonra gitar ile tanıştım ve gitarı daha çok sevdim.

Gitarla oryantal ve Flamenko müzik yapıyorum. Oryantal kültürümüzde var zaten, İspanyol müziği ile de sonradan tanıştım ve çok sevdim.

Suriye’de müzik alanında imkanlar nasıl peki?

İmkan yok denebilir. Burada sokak müzisyenliği yapıyorum, Suriye’de böyle bir imkan yok mesela. Suriye’de kimse sokakta müzik yapmıyor, kimsenin aklına gelmez, para da atmazlar zaten.  Çünkü bu, orada alışılmadık bir şey.

Bildiğim kadarıyla çoğunlukla Fairouz şarkılarına yer veriyorsunuz. Bunun özel bir sebebi var mı?

Fairouz bizde çok sevilen bir sanatçıdır. Bütün Araplar bilir Fairouz’u. Bunun yanında şarkıları bizi çok yansıtıyor. Çoğunlukla oryantal tarzda müzik yaptığımız için ezgileri de bize uygun.

Türkiye’deki bazı şarkılarda da Fairouz’un ezgilerini görmek mümkün. O nedenle buradaki insanların da seveceğini düşünerek çalıyoruz.

Tüm bunların yanı sıra, Fairouz kendisini enternasyonal olarak tanımlar ve beni en çok etkileyen yönü de budur.

Gelecekteki planların neler?

Aslında müzik üzerine eğitim almayı çok istiyorum. Burada bir üniversiteye de başvurdum ve burs kazandım. Fakat Suriye pasaportum vardı ve pasaportumun yenilenmesi gerekiyordu.

15 gün içinde yenilememi istediler fakat pasaportum 6 aylıktı, ulaşabileceğim her yere ulaştım, konsolosluğa da mektup attım ama kimse yardım etmedi.

Bir senem boşa gittiği için üzgünüm ama gelecek sene tekrar deneyeceğim, yüzde yüz burs alabileceğim bir üniversitede okuyacağım, çünkü okumayı çok seviyorum ve istiyorum.

Bu önümüzdeki bir yılda da müziği bırakmayacağım elbette, gitar çalmaya kendimi geliştirmeye devam edeceğim. Bunun yanı sıra bir yarışma programına da başvurdum, elimdeki tüm imkanları kullanacağım.

Burada bulunmak sana ne hissettiriyor? Bu etkinlik beklentilerini karşıladı mı?

Burada olmaktan mutluyum. Çok profesyonel müzisyenler olduğu gibi ve amatör müzisyenler de var. Bu da kendimizi geliştirmemize ve tecrübe edinmemize olanak sağlıyor.

Müzisyenlerin bulunduğu ortamları çok seviyorum, yeni müzisyenlerle tanışmak beni mutlu ediyor. Farklı müzisyenlerle tanışmak bize yeni iş imkanları da sağlayabilir, bu tanışma ve kurduğumuz etkileşim ile iş birliği de yapabiliriz.

İstiklal Caddesi’nde müzik yaptığını söylemiştin. Orada müzik yapan başka müzisyenler de var, o müzisyenlerle aranızdaki diyalog nasıl?

Bazı Türkiyeli müzisyenlerle birlikte müzik yapıyoruz, bizi seviyorlar ama bize “Neden buradasınız? Ülkenize gidin.” diyenler de var.

Bize, “Ülkenizde savaş var, neden savaşmıyorsunuz? Siz erkek değilsiniz” diyorlar. Ölmek korkunç bir şey ve ben ölmek istemiyorum. Üstelik kimin tarafında savaşacağımı da bilmiyorum.

Bu tepkilere karşı senin veya çevrendeki diğer Suriyeli müzisyenlerin tavrı nasıl oluyor?

Bir şey söylemiyoruz, susuyoruz. Çünkü burası bizim ülkemiz değil, konuşma hakkımız yok burada.

“Umarım herkes el atar bu konuya, yoksa durum pek iyiye gitmiyor”

Ümit Aydınlık, 41 yaşında, müzisyen.

İlkokul üçüncü sınıfta babasının kendisine aldığı mandolin ile müzisyenliğe başlayan Aydınlık, uzun yıllar Beyoğlu’nda bar müzisyenliği yaptığını fakat eski Beyoğlu kalmadığı için mutsuz olduğunu söylüyor.

Bu etkinliğe nasıl dahil oldunuz?

İki ay önce Sabancı Müzesi’nde, Caz Festivali kapsamında bir konser yapılmıştı. Orada müzisyenlerle ilgili bir sohbet olmuştu. Oradaki bu diyalog sayesinde birkaç arkadaşla tanıştım.

Böyle bir proje yapalım mı dendi, bu şekilde bir araya geldik. Bu müzakere sonucu ve Evrim Hikmet Öğüt’ün ön ayak olmasıyla da bu etkinlik gerçekleşti.

Bundan sonraki süreçte de bu iş birliğini sürdürmeyi düşünüyor musunuz?

Şöyle ki, ben zaten eski bestelerimi derleyip toparlamaya başladım, kayıtlar yapıyorum. İçinde birtakım Türk müziği enstrümanları düşünüyordum. Mesela buradan bir arkadaş iki şarkım için ut çalacak, bu gece de burada birkaç arkadaşla tanıştık, onları da bu projeye dahil edebiliriz. Buradaki diğer arkadaşlara da dedim, “Elektronik gitara ihtiyacınız olursa ben çalarım” diye. Tabi ki bir arada olma eylemi olacaktır. Bununla birlikte bir ekip de topluyoruz, eski bar müzisyenliğine geri dönme düşüncesiyle de bir araya gelme planımız var tabi ki.

Biraz önce Suriyeli bir müzisyen olan Ömer bazı müzisyenler tarafından kendilerine “Ülkenize dönün, neden buradasınız, neden savaşmıyorsunuz” şeklinde nefret söyleminde bulunulduğundan bahsetti. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz, çevrenizde bu şekilde düşünen ve böyle tepkilerde bulunan müzisyenler var mı?

Hepimiz insanız nihayetinde, herkesin de bir politik duruşu ve içsel bir takım fikirleri de var tabi ki. Buna ben ne diyebilirim? Zaten buradayım, bu insanlara destek olmak amacıyla buradayım, bu insanlarla arkadaş olduğum için buradayım.

Onlara üzüldüğüm için değil, müziği desteklemek için buradayım. Dolayısıyla ben bu söylemleri duyduğumda üzülüyorum. Ama herkesin kendi fikri var tabi, herkes her şeyi söylüyor, fakat yanlış bir söylem.

Yani “Neden savaşmıyorsunuz?”diyorsa kendisi de Suruç’ta veya sağda solda bombalar patladığında bizim oralara gidip müdahale etmemiz gerekirdi.

Biz gidebildik mi? Kendilerinin yapamadığı şeyleri neden başka insanlardan istiyorlar? Ben o insanların müzik piyasasına veya para kazanabilecekleri bir müzikal atmosferin içine dahil etmeye çalışabilirim. Burada da gitarımla ve koordinasyonlarımla onlarla sahne aldım, onlarla birlikte çaldım. Umarım herkes bir el atar bu konuya, yoksa durum pek iyiye gitmiyor gibi görünüyor.

(BC/EA)

Sesime Ses Ver!

Atölye katılımcılarından müzisyen Minir  Gür’ün Sesime Ses Ver: İstanbul’un Müzisyenleri üzerine notları

http://www.diken.com.tr’de, 22 Ekim 2017’de yayınlandı.

 http://www.diken.com.tr/sesime-ses-ver/

MÜNİR GÜR

munir.s.gur@gmail.com

Malumunuz, bu seneki bienalin başlığı ‘iyi bir komşu’. Bu başlığın altında en güzel duran etkinliklerden biri 22 Ekim’de Salon İKSV’de yapılan ‘Sesime Ses Ver: İstanbul’un Müzisyenleri’ atölyesiydi.

Etnomüzikolog Evrim Hikmet Öğüt’ün organizatörlüğünde gerçekleşen etkinlikte farklı ülkelerden gelen birçok müzisyen bir arada olmanın ve bir arada üretmenin yolları üzerine kafa yordu, daha da güzeli, saatlerce müzik yaparak söyleşti.

Herkesin kendini tanıttığı girizgahta dikkatimi çeken ilk olgu, müzisyen olarak hayatını idame ettirmenin zorluğunun bir ortak payda olarak ezici mevcudiyetiydi. İkinci bir yaygın sorun, kendi sesini aramak ve ‘piyasa’da tutunmak ikiliğinin etrafında dolaşıyordu.

Simültane çevirinin yardımıyla Suriyeli müzisyenler ve Türkiyeli müzisyenler olarak birbirimizin derdiyle hemhâl olduk. Çember oluşturmanın da etkisiyle belki, hepimizin müzikten medet umduğu bir terapi grubundaymışım gibi hissettim.

İnsanların birbirine değmesini engelleyen ayrımcı söylemlerin gölgesinden sıyrılmış, ulus devletlerin çizdiği yapay sınırlardan azade, göçmenleri edilgen bir kitle olarak algılayan sığlıktan uzak bir karşılaşma yaşandı.

Atölyenin tanışma faslını takip eden beraber müzik yapma kısmını, ‘keyifli bir kargaşa’ olarak tanımlayabilirim. Bir Macar ninnisinin de, Amerikan popunun da, hiphopun da, Ghir Enta, Habibi ya Nour el Ein gibi popüler Arapça şarkıların da kendilerine yer bulduğu rengarenk bir müzik şöleni.

Amatör tanımı, etimolojik kökeniyle birlikte düşününce*, en profesyonelimizin bile üzerine pek güzel yakışıyordu. Blues gamları çoğu ‘jam session’**’da olduğu gibi bu akşam da hüzne meyyal bir coşkunun sözcüsü oldu. İstanbul’da yaşamak zorunda kalan Suriyeliyle burada yaşamayı tercih etmiş olan Kanadalı, evlerinden uzak bu sahnede bir araya geldi.

Hemen hemen hiçbir parça hep beraber bitirilemedi, bütün yanlış notalara iç ısıtan kahkahalar eşlik etti.

Müzik evrensel bir dil değil; tekil, yekpare bir yapı hiç değil. Bence müzik oldukça girift, politik bir alan. Atölyenin ‘jam session’ bölümünde birçok müzisyen ilk defa beraber müzik yaptı. Ortaya her zaman uyumlu, sevimli bir şey çıkmadı. Herkes müziğin birleştirici gücü altında hiçleşmedi, birleşmedi.

Daha önemli ve daha gerçek bir şey oldu: herkes benliğini, güvensizliğini, güzel dediğini aldı ve yanındakinin sesine ekledi. Bir arada olmak aynılaşmak değil, farklılıkların beraber var olabileceği bir alan yaratmak.

Mesela, udunla sahneye çıktın, yanındaki müzisyen Ed Sheeran’ın ‘Shape of You’ şarkısını çalıp söylemeye başladı, “Oh-I-Oh-I-Oh-I-Oh-I I’m in love with your body”*** diyor, sen ne yapacaksın? Buselik makamında bir solo mu atacaksın yoksa sahneden mi ineceksin?

John Cage müziğin hayata dair bir şey öğretmesi gerektiğini, sanatın hayatın bir provası olduğunu savunuyordu. Zat-ı muhteremleri müzikte doğaçlama fikrine çok sıcak bakmıyorduysa da sahneyi bir kamusal alan provasına dönüştüren böylesi karşılaşmalardan hoşlanabilirdi belki.

Atölyenin kanımca en önemli yanı beraber yaşamaya ve üretmeye dair bir akıl yürütme imkanı vermesiydi. Bu imkanın bir karşılık bulması için müzik oldukça öğretici ve verimli bir alan açma potansiyeline sahip.

*Lat. amator – seven.

**Aslen bir caz geleneği. Standart parçaların yorumlandığı, müzisyenlerin -genellikle- önceden belirlenmiş bir sıraya bağlı kalmadan sahneye çıkıp irticalen müzik yapması. Günümüzde tanımı cazla sınırlı değil, fakat doğaçlama ve kendiliğindenlik olmazsa olmaz iki unsuru olmaya devam ediyor denebilir.

*** İng. Bedenine aşığım.

Müzik ve Göç / Söyleşi: Pınar Öğrenci- Evrim Hikmet Öğüt

Bu söyleşi, 28 Nisan 2017 tarihinde Pınar Öğrenci’nin Depo İstanbul’daki ‘Kırmızı Gökyüzünün Altında’ isimli solo sergisi kapsamında gerçekleşmiştir.

“Müzik araftaki göçmene geçici bir mekân, ev kurabilir mi; hiç değilse birliktelik hissi? Yas tutmanın ya da iyileşmenin aracı olabilir mi müzik? En azından ekmek parası eder mi?” (Evrim Hikmet Öğüt, Birikim, 320)

Sanatçı Pınar Öğrenci ve etnomüzikolog Evrim Hikmet Öğüt, göç deneyimini ve bu deneyim içinde müziğin rolünü konuşacaklar. Söyleşinin merkezinde, Öğrenci’nin göç ve müzik merkezli işleri ve Öğüt’ün, Umut Sülün’le birlikte gerçekleştirdiği video-röportaj dizisi “Sınırın Ötesinden Sesler” yer alıyor.
Öğrenci ve Öğüt’ün söyleşisi, Iraklı müzisyen Ahmed’in, Öğrenci’nin “Üstümüzden Bir Rüzgâr Geçti” video serisinde aktarılan hikâyesiyle, “Sınırın Ötesinden Sesler”e konu olan Suriyeli müzisyenlerin deneyimi arasındaki yakınlığa odaklanıyor. Söyleşi, yanı başımızdaki göç deneyimini/gerçeğini, müziğin oluşturduğu ortak bir zemin üzerinden ele almayı hedefliyor.

***************************************************************************
“Could music construct a home, a temporary space for immigrants who are in limbo? Could it provide at least a feeling of being together? Could music become a form of grieving, of healing? Could it at least help make a living?” (Evrim Hikmet Öğüt, Birikim, 320)

Pınar Öğrenci and ethnomusicologist Evrim Hikmet Öğüt will be talking about experience of migration and the role of music within this experience, through Öğrenci’s works dealing with this subject as well as the video-interview series “Sounds Beyond the Border” that Öğüt has produced in collaboration with Umut Sülün.
Öğrenci and Öğüt’s talk will focus on converging stories of Iraqi musician Ahmed which is relayed by Öğrenci in “A Gentle Breeze Passed Over Us” video series and those of the Syrian musicians as told in “Sounds Beyond the Border”. The conversation aims to deal with the experience/reality of immigration in our immediate vicinity, with reference to a common base provided by music.

 

Çalıkuşu’nun Z Raporu-Müzikte Kalmaz

Nor Rado-Çalıkuşu’nun Z Raporu’nda Eda Aslı Şeran’la müzik üzerine sohbetimiz linkten dinlenebilir.

Bu hafta Çalıkuşu’nun Z Raporu’nun konuğu Ritim Kolektif’ten ve Karşı Radyo’dan arkadaşımız Evrim Hikmet Öğüt olacak. Etnomüzikolog olan ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde ders veren Evrim’i, biz daha çok feminist aktivist kimliği ve “Bazı Kadınlar Güzel Şarkı Söylüyor”, “Ortadoğu’da Kadın Sesleri”, “Bi Dünya” gibi müzik listeleriyle tanıyoruz. Bu hafta, sanatın ve müziğin kolektifliğine inanan Evrim’le yine kendi internet sitesinin adı olan “Müzikte Kalmaz” başlığı ile bir program gerçekleştirecek, Evrim’in “Ortadoğu’da Kadın Sesleri” sunumunun hikayesini dinleyecek ve müzik tarihinde kadınlar üzerine söyleşeceğiz.

Çalıkuşu’nun Z Raporu yayıncılık ilkelerinde kolektivizmi benimseyen, çoğalmayı hedefleyen ve kadın gündemini yaygınlaştırma çabasında bir program olarak feministlerin sesini duyurabilmesini hepimizin katkısına bağlıyor, bu sese tüm kadınları davet ediyor.

Evrim Hikmet Öğüt Kimdir? Müzik eğitimine Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda keman öğrencisi olarak başladı. Müzikoloji lisansından sonra, İlhan Usmanbaş müziğinin İkinci Yeni şiiriyle ilişkisi üzerine bir tez yazarak yüksek lisansını aynı üniversitede tamamladı. Doktorasını, İTU Müzik İleri Araştırmalar Merkezi (MIAM) Etnomüzikoloji programından, Keldani-Iraklı transit göçmenlerin geçici göç sürecindeki müzik pratiklerini konu alan teziyle 2015’te tamamladı. İstanbul’daki Suriyeli müzisyenler özelinde müzik ve göç üzerine çalışmaya devam ediyor; Umut Sülün’le birlikte Sınırın Ötesinden Sesler başlıklı bir video-röportaj serisi hazırlıyor. Halen MSGSÜ’de Araştırma Görevlisi olarak çalışmakta olan Evrim Hikmet Öğüt Etnomüzikoloji Anabilim Dalı’nda ders veriyor. İlgi alanları içinde müziğin göçle, toplumsal cinsiyetle ve toplumsal muhalefetle ilişkisi ve soundscape yer alıyor. Güncel müzik yazılarına www.muziktekalmaz.org adresinden ulaşılabilir.

 

Gurbette Müzisyen Olmak

24-istanbul-caz-festivalinde-suriyeli-kadinlar-korosu,0TTt1OUy60eOZay1tbulgQİstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından Garanti Bankası sponsorluğunda düzenlenen 24. İstanbul Caz Festivali’nin 21 Temmuz Cuma akşamı gerçekleştirilecek kapanış konseri öncesinde, Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi’nde saat 19.00’da Gurbette Müzisyen Olmak başlıklı bir söyleşi düzenleniyor.

Suriyeli Kadınlar Korosu’nun da konuk olarak sahnede olacağı, kadrosunda Basel Rajoub’un yanısıra, Sirojiddin Juraev, Andrea Piccioni ve Feras Charestan’a yer veren Basel Rajoub’s Soriana konserinin ön etkinliği olarak gerçekleştirilecek söyleşide, müziğin göçmen için anlamı ve özellikle gurbetteki müzisyenin deneyimleri üzerine konuşulacak. Müzik yaşamını Avrupa’da sürdüren Suriyeli müzisyen Basel Rajoub’la beraber doktora öğrencisi araştırmacı ve müzisyen Selda Öztürk ve Suriyeli Kadınlar Korosu üyelerinden Hanan Hawasly’nin konuşmacı olarak katılacağı söyleşinin moderatörlüğünü etnomüzikolog Evrim Hikmet Öğüt üstleniyor.

Başta Suriyeli müzisyenler olmak üzere, göç deneyimi yaşamış tüm müzisyenlerin hikâyelerine açık olan bu samimi sohbet, İstanbul Caz Festivali dinleyicisini göçe bambaşka bir pencereden bakmaya davet ediyor.

Söyleşi:
“Gurbette Müzisyen Olmak”
21 Temmuz Cuma, 19.00, SÜ Sakıp Sabancı Müzesi Konferans Salonu
Emirgan Mahallesi, Sakıp Sabancı Cd. No: 42, Sarıyer
Söyleşi ücretsizdir. Katılım için http://rezervasyon.iksv.org/ adresinden kayıt yaptırmanızı rica ederiz.

Konser:
Basel Rajoub’s Soriana Featuring Sirojiddin Juraev and Guests
21 Temmuz Cuma, 21.00, SÜ Sakıp Sabancı Müzesi Fıstıklı Teras
Biletler: 20 TL
ان تكون موسيقار في الغربة

سوف تنظم مؤسسة الثقافة والفنون اسطنبول برعاية بنك غارانتي مهرجان 24 للجاز في 21 تموز 2017 مساء يوم الجمعة في جامعة صبانجي (متحف صاكيب صبانجي) الساعة 19:00 قبل نهاية المهرجان سوف ينظم محادثة عن ان تكون موسيقار بالغربة .

فرقة كورس النساء السوريات سوف يكون ايضا على خشبة المسرح كضيوف ، بالاضافة إلى فرقة باسل رجوب وسوف يكون في الفرقة ايضا سراج الدين جراف وأندريا بيكسيوني وفراس كارستان، سوف يكون المناقشة قبل حفلة باسل رجوب سوريانا عن معنى الموسيقا بالنسبة للمهاجرين وخاصة من خلال تجربة الموسيقيين المغتربين . بالاضافة إلى باسل رجوب الذي يقوم بمتابعة مسيرته الموسيقية في أوربا ،سوف تكون هناك ايضا طالبة الدكتوراه والباحثة سلدا اوزتوك والعضوة في فرقة كورس النساء السوريات حنان حواصلي كمتحدثات،ويكون المتطورة الموسيقية أفرم حكمت اغووت منسقة المحادثة.

ندعو جمهور المستمعين لمهرجان الجاز اسطنبول النظر من نافذة جديدة لموضوع الهجرة،وستكون دردشة حميمة مفتوحة لجميع الموسقيين الذين عاشوا تجربة الهجرة وبالاخص الموسيقيين السوريين.

المحادثة
“ان تكون موسيقار في الغربة ”

يوم الجمعة 21 تموز 2017 في قاعة المؤتمرات لمتحف صاكيب صابنجي

Emirgan Mahallesi, Sakıp Sabancı Cd. No: 42, Sarıyerالعنوان

المحادثة مجانية، للمشاركة يرجى التسجيل من خلال الربط http://rezervasyon.iksv.org/

الحفلة :
يضم باسل رجوب سيروجيدين جورايف والضيوف
يوم الجمعة 21 تموز 2017 في متحف صاكيب صابنجي فستقلي تراس
تذكرة الدخول :20 ليرة تركية

Hamişden Sesler-İstanbul’un Suriyeli Müzisyenleri

Açık Radyo’da 15 Mayıs 2017 tarihinde Hamişden Sesler programında Şenay Özden’le İstanbul’daki Suriyeli müzisyenleri ve göç-müzik ilişkisini konuştuk.

Programın kaydına linkten ulaşılabilir:

Hamişden Sesler-15 Mayıs 2017

Müzikle Çoğalmak: Suriyeli Kadınlar Korosu

evrim736-3

Gazete Duvar‘da yayınlandı, 12 Mart 2017.

8 Mart, ticarileşmeye; sevgililer günü benzeri bir hediye alma, hatırlama, indirim kazanma günü olmaya direniyorsa, bunu mümkün kılan, kadınların günün politik içeriğine inatla sahip çıkıyor olmaları. Bu yıl da 8 Mart, Feminist Gece Yürüyüşünün kitleselliğiyle, Türkiye gündeminin boğuculuğu içinden sıyrılarak hepimize umut oldu. Kadınların söyleyecekleri o kadar çok söz vardı ki, bir günle de kalmadı, hafta boyunca kadın araştırmacılar, akademisyenler, sanatçılar ve elbette müzisyenler ülkenin dört bir yanından ses verdiler.

Bir etkinlikten diğerine koşturduğumuz bu haftada gerçekleşen çok sayıda anlamlı müziksel olaydan biri, bir yılı aşkın bir süredir İnsan Kaynağını Geliştirme Vakfı (İKGV) Suriyeli Mültecilere Destek Ofisi desteğiyle ve müzisyen Ayşegül Yordam’ın rehberliğinde bir araya gelen Suriyeli Kadınlar Korosu’nun 7 Mart Akşamı Boğaziçi Üniversitesi Garanti Kültür Merkezi’nde verdiği, “Çoğalan Sesler” konseriydi.

İKGV’nin düzenlediği müzik atölyelerine katılan, doktor, ev kadını, öğrenci, ressam, farklı yaşlardan ve meslek gruplarından Suriyeli kadınlar kısa süre içinde birlikte müzik yapmanın coşkusuna kapılıp bir koro meydana getirmiş; ilk konserlerini geçtiğimiz yılın Mayıs ayında Şişli, Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde vermişlerdi.

“Şarkılarımızı Unutmayacağız” başlıklı o konserden bugüne, koronun, daha doğrusu koro elemanlarının dönüşümü, “müziğin dönüştürücü gücü” ifadesinin boş bir söz dizisi olmadığını açıkça ortaya koyuyor. Geçtiğimiz yıl, hayatlarında ilk kez sahne deneyimi yaşayan kadınların bir çoğu ellerindeki şarkı sözlerini yüzlerine siper ederlerken, konsere sadece kadın dinleyiciler alınmış, fotoğraf çekmemeleri seyircilerden özel olarak rica edilmişti. Aradan bir yıl dahi geçmemiş olmasına rağmen, aynı koro üyeleri bu kez sahnede öyle kendilerine güvenli, öyle mutlu, öyle rahat ve neşeliydiler ki… Üstelik bu kez konser erkek dinleyicilere de açıktı ve kimse cep telefonunun kamerasını elinden bırakamadı!

Konser repertuvarının büyük bölümünü Ümmü Gülsüm, Feyruz ve Sabah gibi Arap dünyasının önemli kadın figürlerinin bir kısmı Türkçe aranjmanları da olan -ya da en azından Suriyeli sokak müzisyenleri aracılığıyla aşina olduğumuz- sevilen şarkıları oluşturmaktaysa da, Konsere Türkçe, Kürtçe ve Arapça selamlamayla başlayan kadınlar, çok dilliliği şarkılara da yansıtmayı önemsemişlerdi. Konserin dinleyici profili, Suriyeli dinleyicilerin yanı sıra, geçen yılkine oranla daha fazla sayıda Türkiyelilerden, özellikle Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinden oluşmaktaydı. Elbette bu durumda şarkılara aşinalık biraz daha önemli. Türkçe-Arapça iki dilli şarkıların ve Kürtçe şarkıların dinleyici üzerinde daha fazla etki uyandırdığı söylenebilir. Yine de bana kalırsa konserin büyük beğeni kazanmasının, dinleyiciyi yerlerinde oturamaz kılmasının asıl sebebi koro üyelerinin şarkı söylemekten duydukları mutluluğun tüm salona yayılmasıydı. Denebilir ki, müzik gibi iletişim kurmaya müsait bir zeminin varlığı, onun hem rahatlatıcı, hem harekete geçirici etkisi ve göz göze gelmenin dolaysız içtenliği seyirciler ve koro arasında bir bağ oluşturdu.

2015 Kasım’ından beri koroyla birlikte çalışan Ayşegül Yordam’ın da bu bağın oluşmasına katkısı büyük. Yordam, koro üyeleriyle ilk karşılaşmasında, tek kelime Arapça bilmediği halde onlarla nasıl iletişim kuracağı sorusunun yanıtını müzikte bulmuş. O ilk buluşmada, Erkin Koray’dan Çapkın şarkısına Türkçe başlayıp, şarkının Arapçası için sözü onlara bırakarak müzik diliyle kurduğu iletişimi, şimdi konserin çeşitli anlarında koro üyelerine tek tek sarılarak sürdürüyor. Yordam şimdiye kadar epeyce Arapça şarkı da öğrenmiş elbette.

Koroya eşlik eden orkestra da hem Suriyeli hem Türkiyeli müzisyenlerden oluşuyor. Koro üyelerinin tamamı kadınlardan oluşurken, koroya eşlik eden müzisyenlerin tamamının erkek olması, şaşırtıcı değilse de üzücü. Zira Türkiye’deki Suriyeli müzisyenlerle çalışan bir araştırmacı olarak alan deneyimim gösteriyor ki, yalnızca Suriye’de kadınların enstrüman çalma oranlarının erkeklere oranla düşük olması değil, aynı zamanda göçmen kadınlar için Türkiye’de müzik pratiklerine devam etme imkanlarının azlığı –hatta yokluğu- da kadınları enstrüman icracılığından alı koymakta.

Bir saati biraz aşkın bir konser, göç sürecinde müziğin nasıl iş gördüğüne dair sayısız ip ucu veriyor. Müziğin göçmenler için “evi” hatırlamak, geçici olarak yeniden kurmak ve topluluğu birbirlerine kenetlemek açısından çok güçlü bir araç olduğu bir kez daha örnekleniyor: Konserin hemen başında, önce Filistin, daha sonra Irak için milli marşa dönüşen ama genel anlamda tüm Arap dünyası için sembolik bir anlam taşıyan Mavtıni (Vatanım) söylenirken, bu şarkının Suriyeli mülteciler üzerindeki tartışmasız etkisi açığa çıkıyor, gözler doluyor, içler çekiliyor. Yine konserin sonunda koro üyeleri kendiliklerinden, ulusal önem taşıyan eski bir ezgi mırıldanmaya başlıyorlar.

Koro, Suriyeli kadınları bir araya getiriyor, belki bazılarını evden çıkarıyor, haftada birkaç saat sadece kendilerine ait, üstelik yepyeni bir deneyim yaşatıyor. Zaten unutulmaz ya, “şarkılarını unutmuyor”, bize de öğretiyorlar. Bir yandan müzikle hatırlıyor, evi yeniden kuruyor, diğer yandan müzikle yeni temaslar kuruyor, dönüşüyor, “çoğalıyorlar”. Çoğalıyoruz!

http://www.gazeteduvar.com.tr/kultur-sanat/2017/03/12/muzikle-cogalmak-suriyeli-kadinlar-korosu/

Kentin Yeni Sesleri: İstanbul’daki Suriyeli Sokak Müzisyenleri

Andante‘de yayınlandı, Ekim 2016.

suriyeli-muzeisyen3-1024x768

Türkiye’deki geniş Suriyeli mülteci nüfusunun hatırı sayılır bir kısmı İstanbul’da ikamet ediyor. Bu büyük mülteci topluluğu, Suriye’nin farklı bölgelerinden, farklı etnik ve dini kimliklerden, farklı sosyal sınıflardan ve elbette farklı meslek gruplarından çok çeşitli bireyler barındırmakta. Aralarında müzisyenler de var, üstelik çok sayıda. Göç üzerine çalışan bir etnomüzikolog olarak İstanbul’daki Suriyeli müzisyenlerle yürüttüğüm alan çalışmasının akademik bir ilgiyi aştığını belirtmem gerek. Birlikte yaşadığımız ve en azından savaşın sonlanıp da geri dönüşlerin mümkün olacağı güne kadar -hatta belki bir kısmı için sonrasında da- yaşamaya devam edeceğimiz Suriyeli mültecileri tanımak, ön yargıları aşan kişisel bir temas kurmak ve başkalarının kuracağı temasa vesile olmak anlamlı bulduğum bir çaba. Bu nedenle, alandaki deneyimimi kuru bilimsel veriye dönüştürmekten öte, sürecin kendisini paylaşarak bir tanışıklığa aracı olmayı umuyorum.

İstanbul’daki Suriyeli mülteciler nasıl bir çeşitlilik içindeyse, Suriyeli müzisyenler de yaptıkları müzik türünden, icracılık düzeylerine kadar büyük bir çeşitlilik gösteriyorlar. En fazla görünür olanları, Taksim Meydanı ve İstiklal Caddesi’nde sokak müzisyenliği yapan müzisyenler; fakat kafe, restoran ve turist teknelerinde çalan, kendi albümlerini hazırlayan ve müzik eğitimine Türkiye’de devam eden Suriyeli müzisyenler de var.

Suriyeli Sokak Müzisyenleri

İstanbul sakinleri sokakta, metro duraklarında, vapurlarda müzisyenlerle karşılaşmaya alışkın belki ama Suriyeli müzisyenler için sokak müzisyenliği oldukça yeni ve alışılmadık bir deneyim. Genel anlamıyla Arap kültüründe çalgıcılık ve eğlence müziği çalmak müzisyenlik kategorileri içinde en az makbul olanlar arasında yer alıyor. Bu nedenle Suriye’de, sokakta çalmak, “ayıp” olmanın ötesinde, rastlanmayan bir şey. İstanbul’daysa hayat koşulları ve düzenli bir iş imkanının yokluğu, Suriyeli müzisyenleri sokak müzisyenliğine yöneltiyor. İstanbulluların bu konuda ön yargılı olmaması da yüreklendirici bir etken. Yine de sokak müzisyenliği yapan Suriyeli müzisyenlerin hemen hiçbiri hayatını bu şekilde geçirmek istemiyor, düzenli bir iş bulabilmeyi umut ediyorlar.

İstanbul’daki Suriyeli sokak müzisyenlerinin bir kısmı Suriye’de profesyonel olarak çalışan, bir kısmı formal müzik eğitimi almış, üniversitede ders vermiş müzisyenler. Aralarında mesleği müzisyenlik olmayanlar da var ama göç deneyimi bireyleri, hayatlarını sürdürmek için ellerindeki tüm kültürel sermayeyi seferber etmeye zorluyor.

Suriyeli müzisyenlerin dinleyicileri arasında İstanbullular gibi, Suriyeliler ve diğer Arap ülkelerinden gelen turistler de var. Repertuvarları Arap coğrafyası için ortak bir belleğe gönderme yapan şarkılardan oluştuğu kadar, bizlerin de bildiği, 70’li yıllarda Türkçe aranjmanları yapılmış Feyruz şarkılarını da içeriyor.

Elbette sokakta dikkat çekecek neşeli şarkıları tercih ediyorlar fakat bazen ülkeden gelen ölüm haberlerine rağmen eğlence müziği yapmanın ağır geldiğini söylüyorlar; böyle durumlarda diğer Suriyeli dinleyicilerinden özür diliyor, içinde bulundukları duruma ilişkin kısa bir açıklama yaparak anlayış gösterilmesini rica ediyorlar. Çevrelerinde Suriyeli dinleyicilerin toplandığı vakitlerde, Filistin ve tüm Arap coğrafyası için sembolleşmiş Mawtıni (Vatanım) şarkısı gibi, Suriye’deki dramla ve kendi durumlarıyla da özdeşleştirdikleri şarkıları hep birlikte söylüyorlar. Hemen her zaman duygu yüklü bu anlar, tüm dinleyicileri etkisi altına alıyor; bazen göz yaşlarına boğuyor.

Bölgede hakim olan Osmanlı/Türk makam müziği etkisi, hemen hemen tüm Suriyeli müzisyenlerin icra stiline bir biçimde yansırken, Türkiye’deki müzik üretimini yakından takip ettikleri Ortadoğu müzik piyasasının etkilerini görmek de mümkün. Görüştüğüm Suriyeli müzisyenler içinde, özellikle belli bir icra düzeyine ve müzik bilgisine sahip olan hemen hepsi, Türk müzisyenlerle birlikte çalışmak için son derece istekliler ancak şimdilik bu isteğin aynı ölçüde karşılık bulduğunu söylemek güç. Yine de İstanbul müzik piyasası ve kültürleri açısından bir merkez ve onun müzisyenlere sunabileceği olanaklardan ümitliler.

Suriyeli mültecilere yönelik bakışın epeyce ön yargılı olduğunu söylemek mümkün. En iyi ihtimalle kıt kaynaklara ortak çıktıkları için suçlanan mülteciler dışlanmakla kalmıyor, kimi zaman onları ve genel olarak Arap kimliğini tektipleştiren düşmanca bir söylemle karşılaşıyorlar. Oysa yazının başında da belirttiğim gibi, en az bizler kadar çeşitli, renkli, birbirine benzemez bir toplumdan söz ettiğimizi ve yaşadıkları ağır göç deneyiminin sebepsiz olmadığını akılda tutmak gerekiyor.

Müzik, Suriyeli mültecilerle aramızda köprü kurabilecek, birbirimize dokunmamızı sağlayacak bir araç olabilir zira çok sayıdaki gözlemim sonucunda biliyorum ki, Suriyeli müzisyenleri sokakta dinleyen İstanbullular sadece müzikten zevk alıp eşlik etmiyor, ön yargılarından da arınıyorlar. Bir akşamüzerini Taksim Meydanı’ndan İstiklal Caddesi’ne müzikli bir yürüyüşle geçirmeye ne dersiniz?

https://muziktekalmaz.files.wordpress.com/2016/12/andante-ekim-2016.pdf

Şarkılar da Mücadele de Ortak: Emel Mathlouthi İstanbul’da!

Gazete Duvar‘da yayınlandı, 23 Ekim 2016.

http://www.gazeteduvar.com.tr/kultur-sanat/2016/10/23/sarkilar-da-mucadele-de-ortak/

Bugünlerde İstanbul, Ortadoğu’nun güçlü kadın seslerine ev sahipliği yapıyor. 22 Ekim’deki Lena Chamamyan konserinin ardından, 25 Ekim’de Emel Mathlouthi (Meslusi) Babylon Bomonti’de bir konser verecek. Chamamyan konserini kaçırdıysanız bile, Mathlouthi’yi dinlemek için hala fırsatınız var.

Emel Mathlouthi, Ortadoğu’nun kadın müzisyenlerine ilgi gösteren bir etnomüzikolog ve dinleyici olarak benim, özellikle ilgilendiğim, konuyla ilgili konuşmalarımda ve yayınladığım dinleme listelerinde değişmez biçimde yer verdiğim bir şarkıcı. Daha önce Türkiye’de konserler verdiği hatta birkaç Türkçe röportajı yayınlandığı halde Mathlouthi’nin burada çok iyi tanındığı söylenemez. Yine de onu, 2015 yılı Nobel Barış Ödülü gecesinde verdiği konserden hatırlayanlar olacaktır.

Yasemin Devrimi’nden Arap Devrimleri’ne

Emel Mathlouthi’ye önce “Yasemin/Tunus Devrimi’nin Sesi”, daha sonra “Arap Devrimleri’nin Sesi” denmesinin sebebi, tam da devrim sürecinde politik bir figür olarak ortaya çıkmasında. Ortaya çıkmak diyorum, zira, 2008’den beri Paris’te yaşayan Mathlouthi’nin önce Tunus’ta tanınması, ardından Arap devrimlerinin sıçradığı diğer ülkelerde takip edilmesi, 2012’de uluslararası bir müzik şirketiyle ilk albümünü kaydederek 2015 Nobel Barış Ödülü gecesine davet edilmesiyle bugüne gelen öyküsünün çarpıcı bir başlangıcı var.

2010 Aralık ayında kendisini ateşe vererek bir protesto eylemi gerçekleştiren seyyar satıcı Mohamed Bouazizi’nin 4 Ocak tarihindeki ölümünden sonra Tunus’ta, Sidi Bouzid’de başlayan eylemler, daha sonra Arap Devrimleri (ya da “Arap Baharı) olarak anılan sürecin fitilini ateşlemişti. Bu eylemler sırasında, 14 Ocak 2011’de Kelmti Horra (Sözüm Hürdür, sözler Amin El Ghozzi’ye ait) şarkısını söylerken kaydedilen Mathlouthi, bu video kaydının viral olarak yayılmasıyla birden bire tüm ülkede tanınan, ilham verici bir politik figüre dönüştü.

Ortadoğu’nun, kendi coğrafyalarının siyasetiyle ilişkilenmiş müzisyen kadınlarının izini sürdüğüm ve söze Ümmü Gülsüm’le başladığım Ortadoğu’da Kadın Sesleri konuşmalarını hemen her zaman Emel Mathlouthi ile sonlandırmam, sadece günümüze bu kadar yakın bir ayaklanmalar süreciyle özdeşleşmesinden değil. Mathlouthi, konuşmada söz ettiğim diğer kadınlardan farklı olarak enternasyonalist bir politik tavrı benimsediği için de ayrıcalıklı bir yere sahip.

İçlerinde Kürtçenin de olduğu -Aynur Doğan’dan dinleyip sevdiği Ahmedo’yu söylüyor- çok sayıda dilde şarkı söyleyen Mathlouthi, söyleşilerinde sıklıkla, dünyanın farklı coğrafyalarındaki mücadeleleri sahiplendiğini ifade ediyor; en fazla yakınlık duyduğu ise Filistin mücadelesi. Tam da bu enternasyonalist tavırla ilişkilendirebileceğimiz biçimde, Mathlouthi, kendi bestelerinin yanı sıra, daha önce başka bağlamlarda söylenmiş şarkıları yeni politik bağlamlara taşıyarak, bir anlamda onları tercüme ederek, yeniden söylüyor.

Bir Şarkıyı Bir Başka Politik Bağlama Tercüme Etmek

Kolektif hafızaya referans vererek, bir mücadelenin sembolü haline gelmiş bir marşı, halk ezgisini ya da şarkıyı bugünün tarihselliğinde, yeni bir politik bağlama tercüme etmek, politik müziğin etkili araçlarından biri. Bugünün sözünü bir diğer politik bağlam, tarihsellik ya da coğrafya ile söyleşerek kurmak, aynı zamanda mücadelenin bugünle ve bu coğrafyayla sınırlı olmadığını hatırlatıyor; mücadeleler arasındaki sürekliliğe işaret ediyor. Bu aynı zamanda, iktidarın yalnızlaştırıcı dili karşısında muhalifin ayakta kalmak, başka deneyimlere yaslanmak, devam edecek gücü bulmak için kullandığı bir tür strateji olarak iş görüyor.

Emel Mathlouthi’nin Naci en Palestina (Filistin’de Doğdum) şarkısı da, benzer biçimde, Tony Gatlif’in Vengo filminden bildiğimiz, çingenelerin yersiz yurtsuzluğunu anlatan bir şarkının, Naci en Alamo’nun bir tercümesi. Mathlouthi, şarkıyı bazı Arapça eklemelerle  söylerken, zorla yerinden edilmiş bir halkın trajedisini, başka bir halkın deneyimiyle ilişkilendiriyor: “Çingeneler için yersiz yurtsuzluk bir tercih de olabilir ama Filistinliler için değil!”.

Türkiye’de politik müzik alanında bu gibi tercümelere çokça rastlamak mümkün, bunları araç olarak kullanan gruplardan biri de Bandista. Hem Bandista’nın hem Mathlouthi’nin yeniden söyledikleri bir ezgiyse 1968’de Katalan besteci Lluís Llach tarafından bestelenen L’Estaca. [1]

Elbette bunların, “aynı şarkının çeşitlemeleri” olduğu düşünülmemeli. Her bir tercümenin, sadece sözleri değil, tüm bir bağlamı yeniden kurduğunun, asla basitçe bir şarkının başka bir dilde söylenmesi olarak algılanamayacağının altını çizmek gerek. Bununla birlikte, çalgı seçiminden kullanılan altyapıya, zenginleştirilmiş ya da basitleştirilmiş armoniye, tercih edilen vokal stile kadar bir dizi müziksel öğe de bu tercümenin yapısal öğeleri.

Kaldı ki bir şarkı, yazılan yeni sözlerle, ilk örnekten tamamen farklı, hatta çatışmalı bir politik bağlama da tercüme edilebiliyor. Bunun şuursuz  -ya da talihsiz- bir örneği olarak, ülkücü harekete mal olmuş Çırpınırdı Karadeniz’in Sayat Nova’ya atfedilen bir Ermeni ezgisine dayandığını hatırlayalım. Bir başka çatışmalı örnek olarak Bella Ciao (Çav Bela) şarkısının internette çokça dolaşan İslami (ya da mücahit) versiyonu verilebilir.

Emel Mathlouthi, Naci en Palestina ve Dima Dima’yı söylerken olduğu gibi, Joan Baez’ın Here’s to You [2] şarkısını Arapça sözlerle Bouazizi’ye ithaf ederken, Che Guevara için beste yaparken -ve aynı besteyi yine Bouazizi’ye adarken- aslında son derece bilinçli bir biçimde dünyanın deneyimini kendi coğrafyasındaki deneyimle bir araya getiriyor ve bizi bu deneyimler arasındaki ilişkiyi görmeye çağırıyor.

Mathlouthi’yi “Tunus Devrimi’nin Sesi” olmaktan, dünyanın çok çeşitli mücadeleleri için ilham kaynağı ve sembol olmaya dönüştüren bana kalırsa en az kendi şarkıları kadar, kendine mâl ettiği bu tercümelerdir de.

[1] Bandista’nın Ki Buradayız Hala şarkısı da aynı ezgiyi tercüme ediyor. Geçtiğimiz yıllarda İrlanda’da katıldığım bir protest şarkı sempozyumundaki sunumlardan birinin konusu aynı şarkının İtalya’da söylenen bir versiyonuydu ki sunumun sonunda, Yunanistan’dan bir katılımcı kendi dilindeki versiyonu mırıldanmaya başlamış, ben de Bandista versiyonunu dinletmiştim.

[2] Baez’in 1927’de ABD’de idam edilen İtalyan kökenli anarşistler Nicola Sacco ve Bartolomeo Vanzetti’nin hikayesini konu alan şarkısı, Bandista tarafından Selam Size adıyla söylenmişti.

Suriyeli Müzisyen: “Ortak Bir Dile İhtiyacımız Var”

Gazete Duvar‘da yayınlandı, 11 Eylül 2016.

İstanbul’daki geniş Suriyeli topluluk içinde, pek çok meslek grubundan insanlar olduğu gibi müzisyenler de var. Suriyeli mülteci müzisyenlerin önemli bir kısmı, İstanbul’da, , sokak müzisyenliği yapıyor, ekmeklerini müzikle kazanıyorlar. Sokakta müzik yapmayanlar içinse müziği temel gelir kaynağı olarak görmek epey güç. Yine de, kentin çeşitli bölgelerinde yaşayan, kendi grubunu, korosunu kuran, kendi bestelerini yapmaya, albümünü kaydetmeye çalışan, kafe, restoran ve turist teknelerinde Türkiyeli, Suriyeli veya Arap ülkelerinden gelen dinleyicilere çalan, Suriyeliler tarafından kurulmuş kurum ve okullarda ders veren, hatta Türkiye’deki konservatuvarlarda eğitimine devam eden Suriyeli müzisyenler var. Gazete Duvar’da ayda bir yayınlanacak olan mülakat dizisinin, mülteci müzisyenlerin göç deneyimini müzik üzerinden anlamaya çalışırken, Suriye toplumunun çeşitliliğini ve renklerini -ve elbette seslerini- açığa çıkartacağını umuyorum. Zira, Alaa Alkhateb’in söylediği gibi, “Suriyeliler ve Türkiyelilerin iletişim kuracak ortak bir dile ihtiyacı var.” Bu dil neden müzik olmasın?

Alaa, Suriyeli bir udi, 33 yaşında, yaklaşık bir yıldır İstanbul’da yaşıyor. Suriye’deki başarılı kariyerini buraya taşıma imkanı olmasa da akademik eğitimini sürdürmeye kararlı; önümüzdeki dönem İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Müziği Konservatuvarı’nda yüksek lisans eğitimine başlamaya hak kazandı. Geçtiğimiz günlerde, anne-babası, kız ve erkek kardeşi ve onların eşlerinden oluşan geniş ailesiyle Alibeyköy’de yaşadığı eve konuk olarak, Alaa’yla hem göçmen hem de müzisyen olmak üzerine konuştuk, o çaldı, biz dinledik…

alaaalkhateb

“Suriye’de yıllardır ailemden ayrı yaşıyordum, şimdi yine aynı evdeyiz.”

Alaa ve ailesi, Alibeyköy’de iki katlı bir gecekonduda yaşıyorlar. Evin hemen girişinde küçük bir bahçeleri, bahçelerinde çiçekleri var. Burası aynı zamanda Ala için ideal çalışma mekanı. O gün, rahat ses ve görüntü kaydı yapabilmemiz için aile evi bize bırakmış ama vakit ilerledikçe aile üyeleri tek tek eve dönüyorlar, kısa sürede Türkiye’nin güncel durumu ve İstanbul’da göçmen olmak üzerine hararetli ve bir sohbete girişiyoruz. Baba matematik öğretmeni, Alaa’nın iki kardeşi ve eşlerinin tamamı kimya fizik, sosyoloji gibi alanlarda üniversite eğitimi almışlar ama aralarında sadece kimya okuyan Baidaa burada kendi mesleğini yapıyor. İçlerinden biri fizik öğretmeni ama İstanbul’da öğretmenlik yapma imkanı olmadığından Kuran kursunda Arapça öğretiyor.

….

Ailenin diğer üyeleri gelene kadar epeyce vaktimiz var. Bahçedeki çekyata yerleşip, çaylarımızı içerken sohbetimiz de başlıyor.

– Türkiye’ye gelme kararını nasıl aldın?

2015 Ekim ayında ailemle birlikte İstanbul’a gelmeye karar verdim çünkü Suriye’de artık müzik alanında çalışma fırsatı kalmamıştı. Sadece çocuklarla çalışabildiğim dar bir alan vardı. Yaklaşık üç yıl çocuklarla çalıştım ama sonunda aynı yerde dönüp durduğumu fark ettim, artık önümde bir ufuk göremiyordum. Buraya, İstanbul’a gelmiş olan bazı arkadaşlarla irtibata geçtim, burada çalışıp eğitimimi devam edebilmemin imkanını gördüm ve kararımı aldım.

– Suriye’de ne yapıyordun peki, hayatını müzikle mi kazanıyordun?

Humus’ta, müzik fakültesinde eğitim gördüm, ud ve piyano bölümlerinden mezun oldum. Sonra bir yıl üniversitede öğretmenlik yaptım; nazariyat ve ud öğrettim. 2008’de Şama gittim. Humus’da yaptığımdan daha değişik bir şey yapmaya karar verdim ve bir müzik grubu kurdum. Başta çok zordu çünkü büyük bir şehre gelmiştim ve orda tanıdıklarım yoktu, aynen şimdi İstanbul’daki durumum gibi. Band Deraviş, diğer adıyla Deraviş Eş-Şamiyye ile tanışmam üç sene aldı. Onlarla çalmaya 2011’de başladım.

– Suriye’den gelirken yanında neler getirdin?

Udum, küçük bir çanta ve iki tablo getirdim (bunlardan biri, çağdaş bir Suriyeli sanatçının, ud çalan bir erkek figürünü resmettiği bir tablo; Alaa onu çekimler sırasında fon olarak kullanmayı öneriyor). Hiç kitap getirmedim, sadece birkaç kitabı CD’ye yükledim. Üzerimdeki kıyafetle geldim, birkaç parça kıyafet…

“İstanbul’da ilk üç ay hiç çalamadım”

– Peki İstanbul’da ne buldun?

Başta gerçekten çok zordu. Sadece yerini ve hayatını değiştirmek, bütün o güzel şeyleri kaybetmek bile insanı üzüyor. İlk üç ay hiç çalamadım. Hiç pratik yapamıyordum, sadece uda bakıp üstündeki tozu siliyordum. Yavaş yavaş İstanbul’da olmaya alıştım ve zihnimi tazeledim, böylelikle pratik yapmaya döndüm.

İstanbul’da karşılaştığım ilk problem müzisyenlere nasıl ulaşabileceğimi bilmemekti; en zor kısmı oydu. Bazı tanıdık ve arkadaşların vesilesiyle, kız kardeşimle -o da şarkı söylüyor- beraber bir kafede küçük bir müzik gecesi düzenledik. Ondan sonra gün be gün yeni müzisyenler ile tanışmaya başladım. Başta çok zordu, sıfırdan başladığımı hissediyordum. İstanbul’da bana kucak açacak hiç kimsem yoktu. En zor şey, yirmi sene müzik ile uğraştıktan sonra sıfırdan başlamaktır. Bir yıl süresince yavaş yavaş ufuklar açıldı. Sokaktaki müzisyenlerle tanışmaya başladım. Aşağı yukarı bir hafta onlarla birlikte sokakta çaldım. Sokakta çalarken bazı Türk ve yabancı müzisyenlerle de tanıştım, bağlantılar kurdum ve bana çok yardım ettiler, o bağlantıları da daha güçlendiremeye çalışıyorum.

– Sokakta çalmak senin için nasıl bir deneyimdi? Neden devam etmedin?

Sokakta çalma amacım o deneyimi tatmaktı, bunu Suriye’de yaşamamıştım. Diğer amacımsa sokakta diğer müzisyenlere ulaşmaktı, insanlar beni bir udi olarak tanısın istiyordum, çünkü iyi icracı fark edilir. Amacıma da ulaştım. Fakat artık sokakta çalmıyorum çünkü her gün 8-9 saat sokakta çalmak, çok yorucu bir iştir, oysa benim omuzumda bir problem var. Bir de, udun sesi sokakta pek çıkmaz.

– Asıl hedefin akademik eğitimini sürdürmek mi?

İTÜ’de eğitimi devam etmenin önemli nedenlerinden biri çalgımda uzmanlık yapmak ve makamları araştırmak. Başka müzisyenlerle doğaçlamalar yapmak da projemin bir parçası. Farklı müzik türlerine uyum sağlayabiliyorum. Diğer hedefim ise, Türk müzisyenlerle makamlar üzerinde karşılaştırmalı workshoplar yapmak, bu çalışmalar benim araştırmalarıma çok yardımcı olacak.

– Sadece icracı değilsin sanırım, beste de yapıyor musun?

Yaptığım müzikal parçalar var. Oyun havasına yakın şeyler ama bilinen kalıplardan değil, Semai ve longa gibi kalıplara benzemiyor, yeni kalıplar. Bana has doğaçlamalar, taksimler var. Bir de Suriye için bestelediğim bazı parçalar var, kuşatma ve Suriye savaşı için müzikal çalışmalar.

– Savaşı nasıl anlatıyorsun müzikle?

İki seçenek var, ya sadece müzik ya da şarkı sözlerle anlatacaksın. Ben ilkini tercih ediyorum. Bir müzisyen olarak, duygularımı ve hislerimi müzikte kullanmak istiyorum. Suriye’den görüntüleri sözlü olarak ifade edemiyorum ama müzikle ifade edebilirim. Yaptığım parçalarda ya hüzün var ya da umut.

– İstanbul’da olmak yaratıcılığını nasıl etkiliyor, besliyor mu?

Gelmeden önce de duymuştum, İstanbul, sanat ve müziğin merkezi. Burada muradımı ya da amacımı gerçekleştirebilirim. İlk açılan kapı üniversiteydi. İkinci amaç ise Türk ya da yabancı müzisyenlerle birlikte müzik yapmak.

– Şu anda nerede müzik yapıyorsun, bir yerlerde çalıyor musun?

Çocuklara müzik öğretiyorum. Yazın birkaç öğrencim vardı, onlara ud, piyano, gitar ve makamları öğretiyordum.

El-Eman Derneği var, yetim çocuklarla ilgileniyor. Orada uzman sosyolog ve psikologların yer aldığı bir kadro ile beraber çalışıyorum. İnteraktif tiyatro, şarkı söylemek ve oyunlarla ilerleyen, çocuklarla etkileşimli bir çalışma. Bir nevi psikolojik destek. Başka bir dernek daha var, o kanser hastaları için. Yakında onlarla da çalışacağım. Kanser hastalarına evlerinde ya da hastanede özel müzik seansları yapacağız. Yanı sıra, İstanbul’da çeşitli kafe ve barlarda konserler veriyoruz. Bir deneme süreci diyebiliriz, boş zamanımızı dolduruyoruz.

– Müzikle terapi uygulamalarına nasıl başladın? Müzik gerçekten işe yarıyor mu?

Suriye’deyken özel okullarda ve UNRWA’da (The United Nations Relief and Works Agency) savaş travması yaşamış çocuklarla yaklaşık üç sene çalıştım. Çok iyi sonuçlar elde ettik. Evini, her şeyini kaybetmiş bir çocukla oturup sadece şarkı söylüyordum. Müzik çok yardımcı oluyor ve şarkı söylemek var olmanın sırrıdır. Aynı tecrübeyi şimdi burada İstanbul’da yaşıyorum.

– Burada çaldığın müzisyenler kimler peki, birlikte projeleriniz var mı?

İstanbul’da çok sayıda müzisyen var ama çoğu profesyonel değiller. Maalesef birçok profesyonel Suriyeli müzisyen Avrupa’ya geçmiş durumda. Bir şeyler yapmak için az sayıdaki profesyonel müzisyenle bir araya gelmeye çalışıyorum. Buluşmalarımızın çoğu kafelerde oldu, çalıp söyledik ama yapmak istediğim proje için önemli bir girişimimiz olmadı. Sokakta çalmak da güzel bir deneyimdi ve etkileşim güzeldi ama aradığım ve istediğim şey bu değil. Restoranlar ve kafeler gibi yerlerde tatmin edici, sanatsal bir müzik ortamı yok maalesef.

– Türkiyeli müzisyenlerle de çalışmak istediğini söyledin, Suriye müziği ve “Türk müziği” arasında nasıl bir yakınlık görüyorsun?

Suriye, Irak ve Türk müziği yok. Genel olarak, müzik dünyanın dilidir. Bir süre önce Türk bir müzik grubunun etkinliğine gittim. Programda iki tane Arapça parça vardı. Tıpkı bizim gibi, bizimle aynı tarzda söylüyorlar. Türkçe ve Arapça parçalar üzerine birlikte çalışma fikrini bu müzisyenlere açtım. Başta, “Biz Suriye müziği ile ilgili hiç bir şey bilmiyoruz” dediler, ben de dedim ki, “Hiç bir şey bilmiyorum diye bir şey yok. Ben Türk müziği biliyorum ve udu da çalabiliyorum. Siz de aynı şey yapabilirsiniz. Mesele çok basit”.

“Türkiye’de meçhul bir gelecek var ama yine de umutluyum”.

– Üniversiteye de kabul edildiğine göre, müzisyen olarak İstanbul’da bir gelecek görebiliyor musun?

Avrupa’daki müzisyenlerin ya da burada Türkiye’de benim, devam edip edemeyeceğimizi zamanla göreceğiz. Bunu görmek için en az beş sene gerek. Şu anda yeni bir tecrübe içindeyiz, hala geleceğin bize ne hazırladığını bilmiyoruz.

İstanbul’da sabit bir işim yok. Suriyeli okulları var ama geçici kontrat yapıyorlar. Ya da restoranlarda ve kafelerde geçici olarak çalışıyorsun. Suriye’deki durum farklıydı, devlet kurumunda sabit bir işim vardı, çalıştığım bir özel bir dershane, okul, öğrencilerim vardı. Şimdi durum farklı, karşılaştırılamaz. Hala rahatlığı ve psikolojik istikrarı arıyorum. Şimdi istikrar var belki, savaş yok, elektriksizlik, susuzluk yok. Bu sıkıntılardan kurtulduk, ama başka sıkıntılar var: “ben nasıl yaşayabileceğim?” Gerçi sanırım sabit iş bulamama sıkıntısı burada herkeste var, Türkiye’de meçhul bir gelecek var ama yine de umutluyum.

– O geleceği kurmak için sence neye ihtiyaç var?

Türklerle sağlıklı bir ilişki kurmalıyız. Türklerle bir iletişim dili yaratmamız lazım. Türk müzisyenler ve şarkıcılara iletişime geçmek o kadar zor değil, hepsi iyi insanlar. Sadece bağlantılara ihtiyacımız var.

http://www.gazeteduvar.com.tr/kultur-sanat/2016/09/11/ortak-bir-dile-ihtiyacimiz-var/

 

İstanbul’da Mülteci Sesler

Gazete Duvar‘da yayınlandı, 14 Ağustos 2016.

http://www.gazeteduvar.com.tr/kultur-sanat/2016/08/14/istanbulda-multeci-sesler/

suriyeli-muzeisyen3-1024x768

Türkçe öğrenmekte zorlanan bir Suriyeli arkadaşıma, “Merak etme” diyorum, “Beş yıl sonra İstanbul’da herkes Arapça konuşuyor olacak!”

Kentin ses evreninde giderek geniş bir yer tutan Arapçaya ve Arap müziğine her geçen gün biraz daha aşinalık kazandığımız bir gerçek. Uzunca bir süredir müziğin göç deneyiminde nasıl iş gördüğünü, mültecinin hayatında nasıl bir anlam taşıdığını kavramaya çalışan bir etnomüzikolog olarak benim içinse bu sesler yanından geçilip gidilemeyecek kadar değerli. Bir kısmını bir süredir tanıdığım, ahbaplık ettiğim, kimisiyle henüz tanıştığım Suriyeli mültecilerle geçirdiğim birkaç saatin ve o seslerin anlatısı paylaşacaklarım.

Sokakta Bir Gün

Taksim Meydanı ve İstiklal Caddesi’ndeki çeşitli noktalarda aynı anda müzik yapan Suriyeli müzisyenlerin sayısı bir gün içinde 20’yi buluyor, hemen hepsi erkek. Sayıları daha az olmakla birlikte caddedeki ses ortamının diğer hakimi ise İranlı müzisyenler. Sokakta müzik yapan Suriyeli ve İranlılar arasındaki ilişki son derece yakın, keza ülkenin farklı bölgelerinden gelen Suriyeli müzisyenlerin bir kısmı, İranlı bir işletmecinin hemen arka sokakta bulunan “müzisyen kahvesinde” bulmuşlar birbirlerini.

Saat 15.00 civarı gölgelik bir noktaya yerleşen ilk grup epey kalabalık. Grubun en genci Ömer, üyelerden bir kısmının Avrupa’ya geçişinden sonra grubun yeniden yapılandığını ve “Vatan” adını aldıklarını söylüyor; ancak o gün ve sonraki karşılaşmalarımız gösteriyor ki grubun üyeleri sabit değil. Yoldan geçen bir müzisyen arkadaşa açılacak yer, eline tutuşturulacak küçük bir perküsyon aleti her zaman bulunuyor.

Grup bir iki parça çalıp kısa aralar veriyor, neden kalabalığın en yoğun olduğu anda bıraktıklarını sorduğumda, polisin dikkatini çekmek istemediklerini söylüyorlar. Sanırım her seferinde yeni bir toplanma daha fazla kazanmak anlamına da geliyor; yine de kazanç pek yüksek görünmüyor.

Ara verdiklerinde grubun diğer üyeleriyle de kısa sohbetler ediyorum. Çoğu profesyonel, bazıları konservatuvar mezunu ya da Suriye’de bilinen müzisyenler. Grubun kemancısı Wail, benim de keman çaldığımı öğrenince jest olarak Mozart 40. Senfoni’nin bir uyarlamasını çalmaya başlıyor. Fazla “klasikçi” görünmüş olmaktan şüphe ediyorum ama asıl mesele bölgemizdeki ortak anlam dünyasında neyin “makbul” olduğu.

Eğlence müziği yapmanın müzisyenlik kategorileri içinde en aşağı düzeyde görüldüğü Arap kültüründe, sokak müzisyenliği makbul bir iş olmanın çok uzağında. Arzu ettikleri müzik icrasını yapacak imkanlara erişemeyen Suriyeli müzisyenler, Türkiye’de sokak müziğine yönelik algının daha olumlu olduğunu görerek kısa sürede bu işe ikna olmuşlar. Yine de sokakta çalmak öncelikli tercihleri değil, grubun en eskisi olan Khaled, bir buçuk yıl önce verdiği bir gazete röportajında daha iyi bir iş bulursa sokakta müzik yapmayacağını söylemiş[1]; Khaled hala grupta.

Az sonra, diğer bir grupta çalan Osama ve Mehdi’yle meydanda buluşuyoruz. Sohbet ederek İstiklal caddesi üzerinde o gün çalacakları noktaya yürürken Vatan’ın önünden geçiyoruz. İki grubun elemanları arasında sıcak selamlaşma, ayak üzeri samimi bir sohbete tanık oluyorum.

Osama ve Mehdi’yle caddenin aşağısında bir köşede yerleşip diğer elemanları beklediğimiz sırada polis gelip orada çalamayacakları bilgisini veriyor, biraz daha aşağıyı deneyeceğiz. “Çok müdahale oluyor mu?” diye sorduğumda, Mehdi, gülüyor, “böyle böyle bizi sınıra kadar sürecekler”.

suriyeli-muzisyen2-1024x768

Biz bu şarkıları biliyoruz!

Grupların çaldıkları repertuvar hemen hemen aynı: Suriye, Mısır, Lübnan, Irak ve Kuzey Afrika’dan, Arap müziğinin popülerleşmiş geleneksel şarkılarından oluşan 30-40 şarkılık bir repertuvar. Bu repertuvar hem Arap ülkelerinden gelen turistleri, hem çevredeki diğer Suriyeli mültecileri hem de Türkiyeli dinleyiciyi yakalıyor zira bu şarkıların bir kısmı, Türkçe aranjmanları da yapılmış olan Feyruz şarkıları.

Müzisyenler, ülkeden gelen ölüm haberlerine rağmen neşeli şarkılar çalmaya utandıklarından, bazen Suriyeli dinleyicilere içinde bulundukları durumu açıklama ihtiyacı duyduklarından söz ediyorlar. Suriyeli dinleyicinin en fazla tepki verdiği şarkı ise Mavtıni (Vatanım). Filistinli şair İbrahim Tukan’ın şiiri üzerine Muhammed Fluefil tarafından bestelenen şarkı, Filistin’in milli marşı ve Arap dünyasında Filistin mücadelesine desteği imleyen güçlü bir sembol. Şarkı, 2004 yılından sonra Irak’ta da milli marş olarak kabul edilmiş. Mavtıni şimdi Suriyeli mülteciler için kendi deneyimlerinden sesleniyor; Suriyeli dinleyicileri göz yaşlarına boğmadığı tek bir konsere, sokak performansına rastlanmıyor.

Irak repertuvarından alınıp Suriyeli mültecilerin deneyimine adapte edilmiş bir diğer şarkı da Cenne Cenne (Cennet). Şarkının “Cennet Suriye” sözleriyle söylenmesi basit bir uyarlamanın ötesinde. Türkiye’deki Suriyeli mültecilerin, on yıl kadar önce Suriye’ye geçen milyonlarca Iraklı’nın durumuyla bugün kendilerininki arasında kurdukları özdeşliğe referans veriyor.

Ön yargılara karşı müzik

Elindeki cep telefonuyla video kaydı alan bir dinleyici bana dönerek “Suriyeli mi bunlar?” diye soruyor, “bazılarına göstermek için özel olarak çekiyorum”. Yadırgayarak, ne demek istediğini soruyorum. Tüm endişelerimi silen şu cümle çıkıyor ağzından: “Bizim solcular bile bu insanları terörist sanıyorlar, görsünler ne kadar yetenekli, renkli olduklarını”. Bu cümle, Suriyeli müzisyenlerin sokaktaki varlığının kendi hayatta kalma mücadelelerinden öte bir anlamı olduğunu açığa çıkarıyor.

Yine de, iliklere işlemiş ırkçı, milliyetçi algıyı aşmaya müzik tek başına yetmiyor. Hafızalarımıza başlı başına bir ses olayı olarak kazınan[2] 15 Temmuz gecesi Ankara’da Suriyelilere yönelik bir saldırı hepimizin yüreğini ağzına getirirken, son dönemde vatandaşlık tartışmalarıyla yükselen ve nefret söylemine varabilen tektipleştirici bir bakışla mücadele etmeye çalışan Suriyeli müzisyenler bu ortamda sokakta var olabilmek için Türk bayraklı t-shirtler giyiyorlar!

Savaş koşullarından çıkıp hayatta kalmaya çalışmak, mültecilik statüsünden dahi mahrum, hayata yeniden, “sıfırın altından başlamak”, bu süreçte “vatan haini”, “terörist”, “radikal İslamcı” oldukları ön yargılarıyla baş etmek Türkiye’deki Suriyelilerin şu an karşı karşıya oldukları zorlukların bir kısmı. Müzik bunları değiştirmiyor ama umut veriyor, geçimi sağlıyor, sokakta bir an için buluşan Suriyeli müzisyen ve dinleyiciyi birbirine bağlıyor, yaşanan deneyimin tekil olmadığını, başkalarının da aynı acıdan geçtiğini hatırlatıyor, Türkiyeli dinleyiciye aramızdaki benzerliği, birlikte zenginleştiğimizi hissetiriyor.

Müzik, Türkiye ve Suriye halkları için ortak bir kültürel zemin. Birbirimizin ürettiği seslere kulak verdikçe daha fazla anlayacak ve birlikte yenilerini üretme fırsatı bulacağız.

[1] http://www.agos.com.tr/tr/yazi/10779/surgunde-muzisyenlik-zor-zanaat

[2]https://muziktekalmaz.org/2016/07/29/gurultulu-bir-24-saat-ya-da-darbenin-sesleri/

“Hepimizde Feyruz Şarkılarıyla Duygulanma Geni Var!”

birikimdergisi.com‘da yayınlandı, 24 Kasım 2015

21 Kasım’daki 80. yaş günü dolayısıyla Feyruz yeniden gündemimizde; şarkıları paylaşılıyor, o billur ses bir kez daha ruhumuzu doyuruyor, belki bilmeyen bir nesil Feyruz’u tanıyor bu vesileyle. Facebook’ta şarkılarından birinin altına iliştirilmiş bir yorum şöyle diyor: “Feyruz Doğu Akdeniz’in sesidir. Lübnan’ın sedir ağacı, Antakya’nın defnesidir. Hepimizde bir Feyruz şarkılarıyla duygulanma geni var!”
Daha güzeli, bu kısalık ve netlikte ifade edilebilir mi bilemediğimden, hakkında biraz daha uzunca yazmaya, son birkaç yıldır müzik evrenimde epeyce yer tutan bu büyüleyici kadına kendimce teşekkür etmeye çalışacağım.

Ümmü Gülsüm’e nasıl ki “Mısır’ın dördüncü piramidi” deniyorsa, Feyruz’a da “Baalbek’in yedinci sütunu” [1] olmak yakıştırılır. Lübnan’ın modern yüzü de odur, tarihi de; Lübnan’ın sesidir o! Bu noktada, kadının “vatan”la özdeşleştirilmesine dikkat çekmek gerek, zira böylece namus kavramı kadının bedeninden alınır, toprağa tahvil edilir. “Tecavüzcü” işgalciye karşı -ki bu eşleşme çoğu zaman metaforik değildir- korunması gereken “namustur” vatan; hesaplar yine erkekler tarafından, kadın bedeni üzerinden görülür…

Asıl adıyla Nuhad Haddad, namıdiğer Feyruz, 1935’te doğar; Lübnan bağımsızlığını kazanmadan evvel. 1940’ların sonunda konservatuvarda müzik eğitimine başlar. Mezun olur olmaz, koro şarkıcısı olarak Lübnan Radyo’suna girer, aynı yıl Rahbani kardeşlerle tanışır ve yıllarca sürecek bir işbirliği başlamış olur; 1955 yılında Assi Rahbani ile evlenecektir. Besteci ve oyun yazarı Assi ve Mansur Rahbani, Lübnan’daki kültürel çoğulluğu müzik aracılığıyla kucaklamayı, sahneledikleri müzikallerle “Lübnanlılık” düşüncesini güçlendirmeyi amaçlarlar; hedefleri, etnik ve dinî ayrımı silen bir kentli Lübnan müziği yaratmaktır.

Rahbani kardeşlerin 1960’ların başlarından itibaren sahneledikleri yirmiye yakın müzikalin çoğu, bir kısmının başrolünde Feyruz olmak üzere, Baalbek’teki antik tiyatroda sahnelenir. 1955’ten bu yana, bu tiyatroda Uluslararası Baalbek Festivali düzenlenmektedir. Lübnan dışından konukların da ağırlandığı festival, ülkenin kadim geçmişini ve çağdaş sanatını bir arada temsil eder.

İlk konserlerini 1957’de veren Feyruz’un çıkışının Baalbek’te olması tesadüf değildir. Repertuvarının büyük kısmı Rahbani kardeşlerin kendisi için bestelediği, Batı müziği çalgıları ve orkestrasyonuyla belirginleşen popüler şarkılardan, dabkelerden [2], halk müziği örneklerinden ve dinî ilahilerden oluşan Feyruz da yerellik ve modernliğin bir aradalığına işaret eder.

1967 Arap-İsrail savaşı, tüm Arap coğrafyası gibi Lübnan tarihinin de önemli kırılma noktalarından biridir. İsrail’in Batı Şeria ve Gazze’yi işgali, yüz binlerce Filistinli mültecinin Lübnan’a göç etmesine neden olur, 1968’de Lübnan ve İsrail arasında ilk sınır çatışmaları yaşanır. İsrail’in Lübnan’daki Filistin kamplarına yönelik saldırıları cemaatler arası gerginliği tırmandırırken, 1975’te, Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında 1990’a dek devam eden iç savaş başlar.

Lübnan’ın birliği fikrini savunan Feyruz, savaş karşıtı bir tutum alır ve savaş yıllarında Lübnan’da sahneye çıkmayı reddeder. Buna rağmen bu yıllarda ülkeyi terk etmez, yurtdışında verdiği konserlerle yaşanan trajediye dikkat çekmeyi amaçlar. Savaş yılları boyunca Arap yarımadası ve Avrupa’da verdiği konserlerin kapanış şarkısı Lübnan Seni Seviyorum’dur (Bhebbak ya Lubnan).

İç savaş sona erdiğinde, doğu ve batı Beyrut’u bir araya getiren Şehitler Meydanı’nda on binlerce kişiye verdiği konserle savaşın bitişini müjdeleyen yine o olur; canlı yayınlanan konser çevre ülkelerde milyonlar tarafından izlenir.

Sadece Lübnan’ın değil, bütün bir Arap coğrafyasının sesi olarak görülen Feyruz, Ümmü Gülsüm’den sonra Ortadoğu’nun en çok saygı gören kadınlarından olur. Bunun en önemli nedeni, Filistin mücadelesini sürekli gündeminde tutmuş olmasıdır. 1967’de Arap-İsrail savaşının yenilgisinden sonra söylediği, Şehirlerin Çiçeği (Zahrat al Madain) şarkısı Kudüs için bir ağıt niteliğindedir. Şarkı, Rahbani kardeşlerin senfonik orkestra kullanımı açısından da dikkat çekicidir.

Feyruz’un müzik kariyerinin Rahbanilere rağmen gerçekleşmiş bir kariyer olduğunu söylemek gerek. Onun başka müzisyenlerle çalışmasına izin vermeyen, turneler de dahil olmak üzere “sağlığını koruması için” sosyal ilişkilerini kısıtlayan, röportaj vermesini engelleyen Assi Rahbani’den 70’lerin başında boşanan şarkıcı, Rahbani kardeşlerle olan iş ilişkisini de 70’lerin sonunda bitirir; ancak bu kez bir başka Rahbani’yle, oğlu Ziyad’la çalışmaya başlayacaktır. [3]

Kariyeri boyunca yüzlerce şarkı söyleyen Feyruz’un Lübnan’la özdeşleştirilmesi, söylediği kimi aşk şarkılarının bile siyasetle ilişkilendirilmesine sebep olur. Öte yandan, savaş sırasında aldığı tutuma ilişkin kimi eleştirilere ve hakkında yayılan dedikodulara rağmen, siyasetüstü bir konum, bir tür dokunulmazlık kazandığı söylenebilir.

1990’lardan itibaren sayısız ülke ve şehirde konserler veren Feyruz, 2011’den beri sahneye çıkmıyor. Öyle görünüyor ki, onu bir daha canlı dinleme imkânı bulamayacak, gözlerini seyirciye dikip muazzam bir ciddiyetle şarkı söyleyişine tanık olamayacağız.

Ortadoğu coğrafyasının kültürel ortaklığı başka bir yazının konusu olsun, burada, bugüne dek yirmi kadar Feyruz şarkısının Türkçe düzenlemelerinin yapılmış olduğunu söylemekle yetineyim. Böyle Gelmiş Böyle Geçer, Sana Neler Edeceğim, Tanrı Misafiri ve daha nice Feyruz şarkısını, Neşe Karaböcek, Ajda Pekkan, Ebru Gündeş, Ferdi Özbeğen ve diğerleri aracılığıyla tanıyıp sevdik. Yine de, Feyruz şarkılarını, kendi güçlü ve pürüzsüz sesinden duymanın bambaşka, tüylerimizi ürperten bir etkisi var. Belki de hepimizde gerçekten Feyruz şarkılarıyla duygulanma geni var.

[1] Lübnan’da antik Roma kalıntılarının bulunduğu bölge. Tahmin edileceği gibi altı sütun bulunmaktadır.
[2] Dabke, Ortadoğu’da hem Müslüman hem de Hıristiyan halkların yaptığı, tam da bu nedenle birleştirici kabul edilen ve Rahbaniler tarafından çokça kullanılan bir tür halay. Feyruz 1972-73’te iki dabke albümü yapmıştır.

[3] Ziyad Rahbani’nin, 2013 yılında verdiği bir röportajda annesinin de kendisi gibi Hizbullah lideri Nasrallah’ı desteklediğini ima etmesi üzerine anne-oğul arasındaki ilişkinin bozulduğu rivayet edilir.

http://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/7334/hepimizde-feyruz-sarkilariyla-duygulanma-geni-var#.Vmlz7oSMTdk